9 Nisan 2008 Çarşamba

Ziya ve Nur

“Sual ve cevap, dai ve sebep
ikisi de Hak’tandır.”
— Sözler

GÖZ VE GÜNEŞ, kulak ve ses, akciğer ve hava, balık ve deniz ve daha da artırabileceğimiz nice ikililerle etrafımız adeta kuşatılmış. Bunlardan birinciler sual, ikinciler cevaptır. İkisi de Hak’tandır. Yani, Güneş kimin ise göz de O’nundur. Kulağı yaratan ancak sesi yaratan olabilir.

Bunun çok önemli iki misali de ruh dünyamızda mevcut.

Kalp ve akıl ikisi de birer sual. Kalbin en önemli görevi inanmaktır. Bu manevî gözün ziyası ise hak dindir. Kalp ancak böylece gerçek imana erer. Akıl ise anlama aletidir. Kâinattaki mânâları ve hikmetleri keşfetmeye çalışmak aklın görevidir. Bu yönüyle bütün fen ilimleri aklın gıdasıdır. Ama bu akıl, bu kâinat kitabına, bu sonsuz mânâları kimin yerleştirdiğini bilmek istediğinde kalbin ziyasına muhtaç olur. Ona ancak dinî ilimlerle aydınlanmış bir kalp öncülük edebilir, yol gösterebilir.

‘Ziya-yı kalb’ ve ‘nur-u fikir’den kastedilen manalar şu cümlelerle açıkça ortaya konuluyor:

Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.” (Münazarat)

Burada vicdan kalp yerine kullanılmıştır.

“Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver” cümlesiyle “Vicdanın ziyası ulûm-u diniyyedir. Aklın nuru fünun-u medeniyedir” cümlelerinin ortak bir yanı dikkatimizi çeker; her ikisinde de kalp ve vicdan için ziya, akıl için nur kelimeleri kullanılmıştır. Bu tespit bir âyeti kerimeye dayanmaktadır.

“O, Güneşi bir ziya, Kameri bir nur kılandır.” (Yunus, 5)

Bu âyetin tefsirinde Güneş’in ziya, Ay’ın ise nur kılınması bir çok yönden ele alınmış ve konuya değişik yorumlar getirilmiştir. Büyük Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır bunları sıraladıktan sonra şu noktaya dikkatimizi çeker:

“Bir de denilmiştir ki, ziya bizzat olana (ışığı kendinden olana), nur bil’araz (başkasının ışık vermesiyle) olana ıtlak edilir. Şu halde burada Ay nurunun, Güneş dolayısıyla verildiğini iş’ar vardır. (Hak Dini Kur’an Dili, 4 – 2673)

Kalb, İşârât-ü’l İ’caz adlı eserde şöyle tarif edilir:

“Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma’kes-i efkârı, dimağdır.” ( İşârât-ü’l İ’caz)

Demek oluyor ki, ruhta esas olan kalptir. Hissiyat da ona bağlıdır, akıl da. Şu var ki, kalbin his yönü vicdan ile icra edilmektedir, anlama yönü ise dimağla, yani akılla.

Kalp imanla aydınlanınca akla da ışık saçar, onu da aydınlatır; ona rehberlik eder. Neyin doğru, neyin yanlış, neyin helâl neyin haram olduğuna karar verme gücüne sahip olmayan akıl, imanlı bir kalbin rehberliğinde bütün bu soruların cevaplarını bulur. Kendisinin anlama aleti olduğunu bilir ve bunu iyi değerlendirir. Allah’ın razı olduğu işlerin, hâllerin, hareketlerin ne olduğunu anlar. Dünya işlerini helâl dairesinde ve meşruiyet çizgisinde görmek için çabalar. Kâinat hakkında fennî araştırmalar yaparken de Allah’ın harika bir eserini incelediğinin şuurunda olur. Böylece bir yandan aklı, fikri, bilgisi inkişaf ederken, ötede kalbi feyizden feyze koşar.

Aksi halde;

“O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir, zulüm ve cehli fışkırır.”

Kalbin vazife görmemesi zulüm, aklın fen ilimlerinden geri kalması ise cehalet olarak tespit edilmiş. Her ikisi birlikte zulmettir, karanlıktır. Birisi iman hakikatlerinden mahrumiyet zulmeti, diğeri ise Allah’ın bir eseri olan bu kâinatı anlamama yahut yanlış değerlendirme zulmeti.

Bu hale göre aklı kalpten ayırdınız mı, Ay’ı Güneşsiz bırakmış olursunuz. Kalbin ziyası olan imanla aydınlanmayan bir akıl, ne yapacağına, hangi yoldan gideceğine kendi başına karar verecektir. Bu ise başlı başına bir karanlıktır. Kendi hayat felsefelerini kendi akıllarıyla, daha doğrusu kendi nefisleriyle çizen insanlar egoist, kibirli, menfaatperest birer problem tip olmaktan kurtulamamış ve şairin “Ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur” dediği türden bir huzursuzluk kaynağı olmuşlardır.

•••

Nur Müellifi Bediüzzaman Hazretlerinin tâ gençlik yıllarında ortaya koyduğu ve şarkın âlimlerinden başlayarak padişaha kadar ulaştırdığı bir idealini bu ifadelerde de yakalamak mümkün. O ideal, kısaca, Medresetü’z-Zehra namını verdiği bir ‘darü’l-fünun’ açma ve bu üniversitede, dinî ilimlerle fen ilimlerinin birlikte okunmasını sağlamaktı.

Bu ideali Nur Külliyatının birçok bahsinde görebiliyoruz. Bunlardan sadece birisini kısaca değinmek isterim. Nur Müellifi Kur’ân-ı Kerimi kelâm sıfatından, bu kâinatı ise irade ve kudret sıfatlarından gelmiş birer kitap olarak değerlendirir. Kur’ân’daki kanunlar gibi, kâinattaki kanunların da ilâhî olduğuna dikkat çeker. Ve insanın her iki kitabı da iyi okuması, her ikisindeki kanunlara da riayet etmesi gerektiğini öğütler. Bu ders ile yazımıza konu olan vecizeyi birlikte değerlendirdiğimizde, kalbin ziyasının Kur’ân hakikatleri, aklın nurunun ise kâinat kitabıyla ilgili ilimler olduğu anlaşılır.

Hiç yorum yok: