9 Nisan 2008 Çarşamba

Ölüm Gerçeği / Selim Gündüzalp

İnsanoğlu binlerce yıldan beri ölümü yok edemedi. Onu öldüremedi. Her gün, dünyaya veda eden binlerce kişinin şahitliği bize bu ölümsüz gerçeği hatırlatıyor.

Çok azımızın özlediği, çoğumuzca istenmeyen ölümden hiçbirimiz kaçamıyor. En kudretli devlet başkanları, en yiğit savaşçılar bile onun karşısında boyun eğdiler. En bilgiç doktorlar kendilerini kurtaramadılar. Ne ilkçağın ölümsüzlük şurupları, ne de günümüzün en modern tıp teknikleri hayatın bu amansız takipçisiyle baş edemiyor. Bütün insanlara eşit davranan ölüm; mevkî, meslek, servet, şöhret, ırk, din, yaş ve cinsiyet farkı gözetmeden bütün kapıları çalmaya devam ediyor.

Hayat, ölüm olmadan sürüp gitse ne olurdu, bilinmez. Ama, bugünkünden kat kat kalabalık bir dünyada ve yedi nesil öncesiyle beraber yaşamak zorunda kalacağımız düşünülürse, en değişmez gerçeğe olan düşmanca bakışımızı bir ölçüde yumuşatmak gerekiyor. Ölümün de bir nimet olduğunu anlıyoruz. Gerçekten öyle. Eflâtun ona "nimetlerin en büyüğü" derken, hiç de haksız olmayan bir hükmü dile getiriyor olmalı.

Aslında ölümü kendimize biz düşman yapıyoruz. Zamana ve mekâna sığmayan arzularımızı, duygu ve düşüncelerimizi kırk-elli yıllık dar bir şeride sığdırma gayretimiz, bizim için ölümü tatsız kılıyor. Sonsuzluğu isteyen akıl ve kalbimizi, birgün işlemez olacak vücudumuzun emrine verdiğimiz; kabirden öteye geçemeyecek sevdaların, ancak kabre kadar sürecek dostlukların ağına kendimizi hapsettiğimiz an, iç dünyamızda bir bocalamadır başlıyor. Herşeye endişeyle baktıran, hayatın tadını kaçıran bir bocalama.

Ebediyet arzusu; yaratılış toprağımıza ekilen en kudretli tohum bu olsa gerek. Gelip geçici şeyler bize huzur vermiyor. Her ayrılık bizi acıya boğuyor. Asırlardır ebedî bir hayatın formülünü arıyoruz.

Antropoloji, arkeoloji gibi disiplinlerle desteklenen insanlık tarihi, insandaki ebediyet arzusunu açıkça ortaya koyuyor. Tarihçi ve sosyal ilimci Richard Cavendish, insanların eskiden beri bazı tabiî olaylardan hareket ederek âhiretin varlığına dair bazı işaretler çıkardıklarını anlatıyor. Kışla bahar, med ve cezir, geceyle gündüz, güneşin batışı ve yeniden doğuşu, ayın büyüyüp küçülmesi, ipekböceğinin kelebeğe dönüşmesi, çağlar boyu insanlığa öldükten sonrasının da var olduğunu ihtar ederek, ebediyet arzusunu tatmin edegeldi. İlkçağda Mısırlılar güneşi, Yunanlılar da kelebeği âhiretin sembolü olarak kullanıyorlardı. Aztekler de âhiret hayatını sembolize etmek için güneşi kullandılar. Hindular ise, solan çiçekleri dirilişin sembolü olarak görüyorlar. Ölüm sonrasına dair araştırmalarıyla tanınan Elizabeth Kübler-Ross, ölmesi kesin hastaların ekseriyetle kelebeği kendileri için yeni bir hayatın müjdecisi olarak gördüklerini belirtiyorlar.

İnsan ruhu sonsuzluğa meftun olduğu içindir ki, bütün semavî dinler ebedî bir hayat müjdesiyle, ölümün dehşet veren yüzünü aydınlığa çeviriyorlar. Ölümden 190 yerde söz edilen Kur'ân-ı Kerim'de, bütün âyetlerin üçte biri öldükten sonra dirilmeyle ilgili.

Bediüzzaman?ın çocukluğunda kendi nefsine dediği bir imtihanı, biz de şahsımız için uygulayalım. Bediüzzaman kendi hayaline, saltanatlı bir milyon sene dünya hayatı ile zahmet içindeki ebedî bir hayattan hangisini tercih edeceğini sorduğunda, "Zahmetler içinde de olsa, bâki bir hayat isterim" cevabını alıyor. Onun buradan hareketle çıkardığı hüküm şöyle:

"Demek en büyük fâni, en küçük bir âlet ve cihazat-ı insaniyeyi doyuramıyor. İşte bu istidattandır ki (kabiliyet) insanın ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihata etmiş efkârı ve ebedî saadetlerin envaına yayılmış arzuları gösterir ki, bu insan ebed için halk edilmiş (yaratılmış) ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhânedir ve âhiretine bir intizar (bekleme) salonudur."

Eski Yunan ve Roma felsefesiyle beslenerek boyutları belirmeye başlayan maddeci anlayış, ölümün yorumunu da değiştirdi. Her düşünceye, her hükme şüpheyle bakan ve gözün görmediğine inanmayan bir yaklaşımla, ebedî bir hayatın varlığı da inkâr edilir oldu. Nitekim zamanla bir din hüviyetine bürünen ve görülenden ötesini reddeden pozitivizmin kurucusu Auguste Comte, "Ruhu ve ebediyeti aramak, insanlığın tekâmülü içindeki çocuksu bir merhalenin ürünüdür" diyordu. Âhiret inancı "isbat edilmediği için" inkâr edilince, yerini ölümün bir son ve hiçliğe açılan bir kapı olduğu "inancına" bıraktı. Diğer yandan, kapitalizmi besleyen Protestan ahlâkını benimseyen insanlar da, öbür dünyadaki mevkiin, bu dünyada ne yolla olursa olsun en üst seviyeye ulaşmaya bağlı olduğuna inanıyorlardı.

Batıda bilhassa son iki asırda ortaya çıkan ve daha ziyade bir kargaşa şeklinde göze çarpan fikrî ve sosyal hareketliliğin ebedî hayatın inkârından kaynaklandığını söylemek fazla zor olmamalı. Ölümün bir yok oluş olarak kabulüyle insanın mutlaka öleceği gerçeğinin yol açtığı çelişki, Batı insanını -ve Batı düşüncesini benimseyen dünya insanlarını- birtakım yollara sevketti. Bir kere, intihara yeni bir kapı açıldı. İnkârcı düşünceler içinde bocalamaktan, kurtuluşu intiharda bulan insanlar görüldü. Eski Yunandaki sofestai düşünce "nihilizm" kılığına bürünerek yeniden ortaya çıktı. İnsanın zaten yok olduğunu, yok olan birşeyin bir daha yok olamayacağını telkin ederek, âdeta ölümün verdiği ıstırabı, dehşeti hafifletmek istiyordu.

19. Asır şiirlerinde sonsuzluk iştiyakının yanında, ölüm korkusu sık sık konu edilir. Yok olma acısının olmadığı huzurlu bir ölüm arzusu dile gelir. Fakat, korkusunu kendine bile itiraf edemeyen pekçok insan, hayalî oyuncaklar formülünü bulmuştur. Servetlere servetler eklenir. Huzur, istatistik rakamlarındaki büyüme alâmetlerinde aranırken yeni yeni oyuncaklar piyasaya sürülür. Radyo, sinema, otomobil, televizyon, bilgisayar oyuncaklarıyla eğlenir, gezer. Gününü gün eder, gündelik yaşar. Alkol ve uyuşturucu gibi "unutma" âletleriyle ne dünü, ne yarını hatırlamamaya çalışır. Bazı insanlar ise, geride bıraktıkları eserlerle yok olmaktan kurtulmuş olacağı ümitleriyle tesellî bulur.

Bediüzzaman, Batı felsefesinin temellerini ve tezahürlerini eşsiz bir vukufiyetle incelediği "Beşinci Nota"sında, Batının o günkü hâlini, yine ona seslenerek şöyle tasvir eder:

"Senin karanlıklı dehan nev-i beşerin gündüzünü geceye kalbetmiş (çevirmiş). Yalnız o sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceyi ısındırmak için yalancı, muvakkat lâmbalarla tenvir ettin. O lâmbalar sûrur ile (sevinçle) beşerin yüzüne tebessüm etmiyorlar. Belki beşerin ağlanacak acı hâllerinden eblehâne (ahmakçasına) gülüp eğleniyor. Herbir zîhayat (canlı) senin şakirdlerin nazarında zalimlerin hücumuna maruz, miskin birer musibetzededirler. Dünya bir matemhâne-i umumiyedir (bir umumî matem yeridir). Dünyadaki sadâlar ölümlerden, elemlerden gelen vaveylâlardır."

Fakat asrımızın ilk yarısında yaşanan iki dehşetli savaş, insanlığa unuttuğu bazı şeyleri hatırlattı. Dünya hayatının gelip geçtiğini, medeniyet fantazilerinin kalıcı olmadığını gösterdi. Ebediyet arzusunu yeniden uyandırdı. Fânî mahbublara gönül bağlamayan fıtrî ?aşk-ı insanî? yi kış uykusundan kaldırdı. Artık yavaş yavaş bu uyanışın tezahürlerini görmeye başlıyoruz. İstatistikler, Batı ülkelerinde âhirete inananların günden güne arttığını gösteriyor. Life After Life gibi, ölümden sonrasıyla ilgili kitaplar ?en çok satanlar? listesinde yer alıyor. Milyonlarca insan, ruhun bedenden ayrı yaşayabileceğini telkin eden deneylere girişiyor. Bir LSD araştırması, uyuşturucu kullananların bir kısmının da, benzeri bir maksat güttüğünü açığa çıkardı. Ayrıca tıpta sağlanan ve hayatta kalma müddetini uzatmaya yönelik gelişmeler, vücut sağlığını korumayı hedefleyen çeşitli metodların gördüğü rağbet, ebedî hayat arzusunun yaşadığımız dünya dışına çıkamayan tezahürleri olarak nazara çarpıyor.

Büyük mütefekkir Muhammed İkbâl'in yıllar önce söylediği gibi, yıkılan dünyanın küllerinden yeni bir âdem ve yeni bir âlem çıkmaya hazırlanıyor. Son birkaç asırda dünya imtihanında felsefesinin sözlerine kulak veren insanlık, görmediğini inkârın kendi yaratılışıyla çelişmesi sonunda yaşadığı kaosu aşmak için ilâhî vahye yöneliyor. Hayatı yeniden keşfediyor. Ölümün, yaratılışın gerek ve gerekçelerini hatırlattığı ama dehşet vermediği huzurlu bir hayatın eşiğine adım atıyor.

Perspektifi dünya genelinden alıp, bir de kendimize çevirelim. İmtihan sırrı, hepimizi bir tercihle karşı karşıya bırakıyor. Âhireti kabul veya reddetmek elimizde. Ölümü bütün dostlarımızdan, sevdiklerimizden, herşeyimizden bizi ayıran bir darağacı veya gelmiş geçmiş bütün dostlarımızla yaşayacağımız bir hayata açılan kapı hükmüne getirmek bize bağlı.

Âhiretin varlığını öldükten sonra anlamak, insanoğlunun ne dünya huzurunu, ne de ebedî hayatın kurtuluşunu netice vermeyecek. Bizi bekleyen sonsuz hayat için açılan imtihanı başarmak, ömrümüzü hesap gününün sahibinin emrettiği istikamette geçirmemizi gerektiriyor. İşte o zaman ölüm bir darağacı, bir ebedî ayrılış, hiçliğe, yokluğa çürümeye, unutulmaya, kopkoyu bir karanlığa açılan kapı hüviyetinden çıkıp, ölümün olmadığı, gelmiş ve gelecek bütün sevdiklerimizin toplandığı, Allah'ın emirlerine uymuş olmanın mükâfatının verildiği âleme geçmek için bir basamak haline gelecek. Ancak bu sayede ölüm, hayatımıza bir mânâ, huzur ve mutluluk katacak.

Yoksa şu perişan dünyada başıboş insanlar arasında, meyvesiz bir hayatta, sahipsiz, koruyucusuz bir şekilde bütün dünyaya sultan olsak kaç para eder? Bütün dünya saltanatı bize verilse, hergün dünyaya veda eden yüz binlerce şahidin bize verdiği "yok oluş" endişesinden gelen elem ve acıyı kaldırabilir mi? Elbette kaldıramaz. İşte bundan sonraki sayfalarda yer alan yazılar bu arayışın ve seslenişin bir ifadesidir.


Zafer Dergisi

Hiç yorum yok: