9 Nisan 2008 Çarşamba

Bildiğimiz ve Bilmediğimiz Biz / Ümit Şimşek

Ufuk üstünde bir hüzme belirir önce. Bulutlara bir pembelik yansır aşağılardan. Göğün bir ucu koyu lâcivert iken, diğer ucunda, açık mavi fon üzerinde renkler oynaşır. Bulutlar gelir, geçer. Şekiller her an değişir, renkler her an yenilenir. Ardından, gözleri kör edercesine parlak bir altın sarısı, önce bir nokta halinde belirir. Sonra an be an büyür altın sarısı. Yükseldikçe bakılmaz hal alır.

Bir güneş doğar süzülerek dünya üstüne. Çiçekler açmış, o yana dönmüştür. Kuşlar cıvıl cıvıl onu karşılamaktadır. Yerde can taşıyan ne varsa, gökte süzülenle mutlaka bir alâkası vardır. Hepsi için bir yönden bir müjde taşır güneşin doğuşu. Fakat onlardan herbiri, güneşi kendi aynasında görür. Bir sıcaklık, bir aydınlıktır, o kadar. Bir kuş gözü için, gün doğumunda renklerin bulutlarla oynaşması fazla anlam taşımaz.

İnsan için ise, hadise bunun çok ötesindedir. Tanpınar, “Gümüş leylâkları, kızıl gülleri / Altında sabahın, ufuk çöküyor / Bir geniş çizgiden şafak söküyor / Ve yükselen güneş ince bir duman / Mahmur gözlerini kırpıştırarak / Sende güzelliği selâmlıyor, bak” mısralarıyla tasvir eder gördüklerini. Fakat bu da sabah üstüne yazılmış binlerce şiirden sadece bir şiirdir. Uyanık gözlerle bir fecri seyredenin içinde bir şair uyanıverir. Kimi kelimelere döker gördüklerini. Her kalemden ayrı bir sabah doğar. Her yazılan, okuyanlardan herbirinin hayalinde ayrı bir şekilde canlanır. Seyredenler, yazanlar ve okuyanlar sayısınca farklı sabahlara dönüşür tek bir sabah.

İşin laboratuar boyutunda bu kadar ihtilâfa yer yoktur: 150 milyon kilometre uzaktaki bir yıldızdan gezegenimize ulaşan radyasyonun 400-750 nanometre arasındaki dalgaboylarına isabet eden kısmı, görünen ışık şeklinde gözümüzün alıcı hücreleri tarafından beyne ulaştırılmakta, sodyum ve potasyum iyonlarının yer değiştirmesiyle ortaya çıkan sinaptik reaksiyonlar, bize güneşin doğuşunu haber vermektedir. Şehir şebekesinde suyun dolaşması, bir motorun çalışması, bir damperlinin yokuş tırmanması gibi teknik bir hadise. Üzerine ne şiir yazılır, ne beste yapılır; öylesine objektif, renksiz, soğuk ve donuk birşey...

İnsana haz ve heyecan veren hangi hadiseyi fiziksel boyutta ele alsanız, sonunda varacağınız yer, böyle bir değersizliktir. Yemek, içmek, kavuşmak, ayrılmak, bakmak, seyretmek, dinlemek, koklamak, yorulmak, dinlenmek, uyumak, dokunmak, oynamak, yürümek, yüzmek gibi, fiziksel özelliği galip durumda bulunan faaliyetleri dahi anlam ve duygu derinliğinden soyutlayarak yaşamaya kalktığınızda, bunların—kelimenin tam anlamıyla—yaşanmaz hale geldiğini görürsünüz. İsterseniz, hayatınızdan sadece “içme” fiilini kaldırın: Kana kana su içmek, bir dost sohbetinde bir demli çay yudumlamak, bir akşam üstü yorgunluk kahvesi höpürdetmek, yaz sıcağında buz gibi bir şerbet içmek gibi akla gelebilecek ne kadar haz verici fiil varsa, bunları çıkarın dünyanızdan; onun yerine bir serumla sıvı ihtiyacınızı gidermeye çalışın. Bütün bunlar, fiziksel olarak hiçbir değişikliğe yol açmaz; hayatınız yine sürüp gider. Nihayet böyle bir değişikliği arabanıza uyguladığınızda, fark eden hiçbir şey olmayacaktır. Deposuna benzin doldurduğunuz hortumu isterseniz bir gelin çeyizi gibi işleyin; karşılığında arabanızdan ne bir teşekkür alırsınız, ne de onda bir haz belirtisi gözlersiniz. Canlı olmanın, canlılar arasında da insan olmanın, fiziksel boyuttan çok ötede birtakım boyutları daha vardır. Herşeyi madde ile ve maddenin evrimiyle açıklamak iddiasında olanlar her ne kadar bu boyutlarda olup bitenleri hormonlarla açıklamaya kalksalar da bunda pek başarılı olamadıklarının farkındadırlar. Her sabah doğan güneşi seyreden herbir çift insan gözünün arkasında sinir hücrelerinden farklı birşeylerin yer aldığını kim inkâr edebilir?

Kulakların âlemden toplayıp getirdiği seslerin değerlendirilmesi de, fiziksel boyutta ele alındığı takdirde, tıpkı görme fiilinde olduğu gibi, karşımıza bir dizi sinaptik reaksiyon çıkarır. Silâh sesiyle bülbül sesi arasında, trafik uğultusuyla akarsu şırıltısı arasında, hattâ deprem dalgalarından P dalgalarıyla bir musikî eseri arasında bu anlamda hiçbir fark yoktur. Bunların hepsi de belli fiziksel özelliklere sahip ses dalgalarıdır ve bunların işitme organı tarafından toplanması da, beyne aktarılması da, orada değerlendirilmesi de mahiyet itibarıyla tamamen aynı fiziksel olaylardan başka birşey değildir.

Kokladığımız, tattığımız, dokunduğumuz şeyler de, duyu organlarımızın gerisindeki âlemlere birer pencere açar. Oradan bakar, oradan tadar, oradan koklar, oradan seyreder, oradan dinleriz. Bilgi ediniriz çevremizden; bunlar da yine aynı fiziksel reaksiyonlarla, sinir hücrelerimizin verdiği evet-hayır cevapları şeklinde depolanır beynimizin bir köşesinde. Fakat biz bu bilgilerde hayret buluruz, hikmet buluruz, adalet buluruz, sevgi buluruz, nefret buluruz. Bunlar ve daha niceleri, binlerce duyguya yol açar dünyamızda. Şaşarız, seviniriz, hayranlık duyarız, üzülürüz, coşarız. Ne bu bilgiler, ne de yol açtıkları, fiziksel olaylar arasında tanımlanabilecek cinsten şeyler değildir.

Bütün bunlar yetmiyormuşçasına, bir de kalb, vicdan, zihin, zekâ, akıl, ruh, hayal gibi düzinelerce kavram, kendi benliğimizin bir parçası olarak karşımıza çıkar. Bu isimler anıldığında neyin kastedildiğini anlarız, ama onların ne olduğunu bilmeyiz, bir tarif de getiremeyiz. İşte bu âşinâlık içindeki bilinmezlik, pek çoklarını inkâra götüren şeyin tâ kendisidir. Fakat inkâr eden dahi, inkârını dile getirirken, yine benliğinin bu esrarengiz yönlerine başvurmaktan başka çare bulamıyor!

Ne var ki, kimsenin inkârı, varlığımızın esrarengiz yönlerini basitleştirmiyor ve bunlara bir açıklama getirmiyor. İdrak edelim veya etmeyelim, bu kâinat ve biz, fiziksel özelliklerimizden başka pek çok şeye daha sahibiz. Nitekim bu sayede oturup bu konuları tartışabiliyoruz.

Hiç yorum yok: