10 Nisan 2008 Perşembe

Sami Yusuf - My Ummah Video Klibi

Sami Yusuf - Mother / Anne Video Klibi

Sami Yusuf - Hasbi Rabbi Video Klibi

Sami Yusuf - Al Muallim Video Klibi

Sami Yusuf - Muhammed (SAV) Video Klibi

VEDA HUTBESİ / Hz. Muhammed (SAV)

(Bu hutbe, M.S. 632 yılında Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz tarafından yüz bini aşkın müslümana irad edilmiştir. Hz. Muhammed (S.A.V.) Allah'a hamd ve senâdan sonra şöyle buyurmuştur.)

EY İNSANLAR!

Sözümü iyi dinleyiniz.Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birleşemeyeceğiz. İNSANLAR!

Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecâvüzden korunmuştur.


ASHABIM!

Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildiren kimse, burada bulunup da işitenden daha iyi anlıyarak muhafaza etmiş olur.

ASHABIM!

Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahilliyetten kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz deAbdulmuttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.

ASHABIM!

Cahilliyet devrinde güdülen kan dâvâları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu (amcazadem) Rebia'nın kan davasıdır.

İNSANLAR!

Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyet kurmak gücünü ebedi suretle kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!

İNSANLAR!

Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzeridne hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların, aile yuvasını, hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe döğüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, memleket göreneğine göre, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.

MÜ'MİNLER!

Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah Kitabı Kur'andır. MÜ'MİNLER! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir, böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz başkasına helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisine vermiş olsun...

ASHABIM!

Nefsinize zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır.

İNSANLAR!

Allah Teala her hak sahibine hakkını (Kur'an'da) vermiştir. Varise vasiyet etmeğe lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başka bir soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adalet ve şahadetlerini kabul eder.

İNSANLAR!

Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem'in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Allah yanında en kıymetli olanınız, O'na en çok saygı göstereninizdir. Arabın Arap olmayana -Allah saygısı ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur. İNSANLAR! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?

"-Allah'ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun diye şahadet ederiz." (Bunun üzerine Resûl-i Ekrem mübarek şahadet parmağını göğe doğru kaldırarak sonra da cemaat üzerine çevirip indirerek şöyle buyurdu.) Şahid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab! Şahid ol yâ Rab!


Bilinmeyen Yönleriyle Efendimiz Hz. Muhammed (SAV) / Metin Karabaşoğlu

Herşey, ilk kez okuduğumda beni heyecanlandıran bir eseri, son okuyuşumda duyduğum taze bir heyecanla başladı. İlk okuyuşumun üzerinden neredeyse on yıl geçmişti ve bu, belki yedinci, belki sekizinci okuyuşumdu. Bu eseri okumayı seviyordum, zira dünyama Hz. Peygamberin hayatından hatıralar ve hisseler taşıyordu. Bu elbette güzeldi de, son okuyuşumda farkettiğim bir husus çok daha güzeldi. Edison bin buluşuyla gelse, bu son okuyuşum esnasında keşfettiğim bir hususu onlarla değişmezdim.


Sözü uzatmadan söylemem gerekirse, okuduğum eser, ‘Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’ adını taşıyor ve Hz. Peygamberin(a.s.m.) peygamberliğine delil olarak gerçekleşen üçyüzden fazla mucizeyi anlatıyordu. Bu eserde yeni farkettiğim husus ise, bu mucizelerin tasnif edilme biçimiydi. Kitabın yazarı, ‘kâinattan Yaratıcısını soran bir seyyahın gözlemleri’ suretinde yazdığı ‘Âyetü’l-Kübra’ adlı eserin de yazarıydı. Ve, sekizinci okumamda nihayet farkedebildiğim üzere, Hz. Peygamber’in mucizelerini anlatırken, kâinatın bir Yaratıcının varlığını nasıl gösterdiğine dair eserde var olana benzer bir tasnifte bulunuyordu. Âyetü’l-Kübra risalesinde kâinat içinde gökyüzü, yeryüzü, hayvanlar, ağaçlar, cansız maddelerin.. birer ayrı âlem olarak Allah’ı bildirdiği nasıl ayrı ayrı anlatılıyorsa, mucizelere dair risalede de, Hz. Peygamberin mucizeleri, ‘ekser enva-ı kâinattan birer mucizeye mazhar’ olduğu vurgusuyla, ‘taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut.. tâ aydan güneşten, yıldızlara kadar her taife’ye göre tasnif ediliyordu. Sonuç, kâinatın her bir nev’inin ‘kendi lisan-ı mahsusiyle ve ellerinde birer mucizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini alkışladığı’ydı.

Hz. Peygamberin mucizelerine böyle bakınca, kâinat ile Peygamber’i içiçe, yan yana düşünür hâle geliyordu insan. Peygamber aleyhisselamı kâinat içinde düşünür hâle geliyordu. Benim için yeni olan bir husustu bu; Hz. Peygamber’e dair bakışımı değiştirip geliştiren bir husus...

Bu, farketmeyi nasip ettiği için Rabbime şükür borçlu olduğum bir husustu elbette. Ama, yine şükürler olsun ki, ilgili risale vesilesiyle keşfettiğim tek husus da değildi. Aynı risalenin sayfaları arasında ilerlerken bir dipnotta karşıma çıkan kısacık bir ibare, bir büyük hakikatin ipucu olarak çıkacaktı karşıma. İbare şuydu: “Kur’ân, İsm-i Âzama mazhar olan Resûl-i Ekrem aleyhissalatu vesselamın pek büyük ve pek parlak derece-i imanını ifade ediyor.”

Nasıl bu risalenin bütününden kâinat-Peygamber içiçeliği dersini almışsam, onun içindeki bu cümleden de, Kur’ân-Peygamber içiçeliği dersini almıştım. Bu cümle, “Resûlullah’ın(a.s.m.) hayatını merak ediyorsan, en başta Kur’ân’a bakmalısın” diye düşündürmüştü bana. “Onun hayatını bildiren bir siyer arıyorsan, en başta, Kur’ân’ı okumalısın. Onun neye nasıl inandığını öğrenmek istiyorsan, cevabı Kur’ân’da aramalısın.”

Öyle yapmam gerekirdi, zira o, Kur’ân neye bakmayı emrediyorsa ona bakmış, Kur’ân neyin tefekkürünü istiyorsa onu tefekkür etmiş, Kur’ân ne yapmayı emrediyorsa yapmış, neden sakınmayı emretmişse sakınmıştı. Mü’minlerin annesi Hz. Âişe’nin “Onun ahlâkı Kur’ân’dı” sözünün zımnında da, işte bu mânâ vardı.

Madem öyle, şöyle bir muhakeme zincirini pekâlâ kurabilirdim. Kur’ân insanı kâinatı tefekkür etmeye çağırıyor; demek ki, Resûlullah kâinatı tefekkür etti. Kur’ân, “Bakmazlar mı göğe; nasıl bina edip süslemişiz?” diyor, demek ki Hz. Peygamber göğe baktı ve bu nazarla baktı. Kur’ân, “Bakmazlar mı dağlara?” diyor, demek ki Hz. Peygamber Kur’ân’ın istediği şekilde dağlara baktı. Kur’ân “Bakmazlar mı kuşlara!” diyor, demek ki Resûlullah “Onları Rahman’dan başka kim tutabilir ki!” diye düşünerek kimbilir kaç kez kuşları seyre daldı. Kur’ân “Bakmazlar mı deveye; nasıl yaratıldı?” diyor, demek ki Hz. Peygamber deveye baktı ve yaratılışı üzerinde düşündü. Kur’ân sivrisineği, yaprağı, narı, üzümü, hurmayı, sütü, inciri, yağmuru, rüzgârı.. Allah’ın varlığının delilleri olarak zikrediyor; demek ki, Resûlullah bütün bunlara bu nazarla baktı, onları bu nazarla gördü.

İşte, ilgili risaleye bir dipnot suretinde yerleşmiş o kısacık cümlenin arkaplanında böyle bir anlam derinliğinin saklı olduğunu keşfettiğimde, en başta farkettiğim içiçelik, üçüçeliğe dönüşmüştü artık. Kâinat-Kur’ân-Resûlullah; içiçe, üçüçe idiler. Öyleyse, Resûlullah’ın kâinata nasıl baktığını Kur’ân’dan anlayabilir; Kur’ân’ın nazarıyla kâinata nasıl bakılacağını da Resûlullah’ın hayatından öğrenebilirim demekti bu...

Buradan gerisi, uzun ama nisbeten kolay bir yolculuktu. Mucizat-ı Ahmediye Risalesi yazarından yol boyu neye nasıl bakmam gerektiğine dair bir rehberlik edinmiştim. İş yürümeye kalıyordu artık.

Gelin görün ki, her hayırlı hizmetin başına dikilen muzır mani, yakamı burada da bırakmamıştı. İkide bir, böyle bir çalışmaya ‘lâyık olup olmadığımı’ soruyordu bana. İstediği cevap, “Lâyık değilim; o halde bırakayım Resûlullah’ın hayatını öğrenmeyi” dememdi şüphesiz. Büsbütün başarısız olduğunu söyleyemezdim. Ama, kendimi hadislere ulaşma konusunda liyakatsız ve ehliyetsiz bulsam da, en azından liyakatına ve ehliyetine güvendiğim bir büyüğüme ricacı olmayı becermiştim. Aldığı medrese eğitimi, yoğunlaştığı İslâmî araştırmalar, yazageldiği yazılar ve kitaplar, yaşayageldiği hayat itibarıyla ona da liyakatsız diyemezdi ve diyememişti şeytan-ı racîm.

İlgili büyüğüme ‘kâinat içinde Peygamber’i bize bildiren hadisler gözüne ilişirse beni de haberdar etmesi ricamın üzerinden iki hafta geçmemişti ki, bir gün, sonraki seneler boyu bir hatıra olarak dosyalarım arasında sakladığım bir küçük kağıdı masamda gördüm. Peygamber aleyhisselamın Ebu Talha adlı sahabinin Beyruha adlı bahçesine sık sık gidip tefekkür ve tenezzühte bulunduğu yazıyordu bu kısa notta. Elbette, kaynağını da zikrederek.

Sevinmiştim. Doğru iz üzereydim demek ki. Devam etmeliydim.

Ne var ki, fazla zaman geçmeden araya engeller girdi, mekânlar değişti, iletişim imkânları koptu, o yüzden elimdeki birkaç notla kalakaldım. Elimdeki notlar, doğru iz üzere olduğumu gösteriyordu gerçi, ama bu konudaki merakımı karşılamaya gene de kâfi değildi. Daha fazlasını, daha da fazlasını istiyordum; aklı ikna etmekten öte, nefsi de teslime mecbur edecek kadar fazlasını.

Nice hallerden sonra girdiğim yeni iş ortamında ‘iş icabı’ okuduğum bir kitapta karşıma çıkan bir hadis, içimdeki bu merakı tekrar alevlendiren bir kıvılcım oldu benim için. Hz. Peygamber’in amcasının oğlu ve hanımı Hz. Meymune validemizin de yeğeni olan Abdullah b. Abbas, rivayet ettiği bu hadiste, bir gece yanlarında kaldığı Resûlullah’ın gecesini anlatıyordu bize. O sıralar yaşı onbeşe yakın bir gençti Abdullah, uyumayıp Resûlullah’ı gözetlemiş; bir miktar uyuduktan sonra uyanan Resûlullah’ın, yeryüzünde ortalığın sessizliğe büründüğü, şimdiki gibi yerdeki ışıkların perdelemediği karanlık gökyüzünde ise yıldızların olanca güzellikleriyle parıldadığı bir halde evinin avlusuna çıkıp yıldızları seyrettiğini görmüştü. Bu gece manzarasını uzun uzun seyrettikten sonra, “Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün ardarda gelişinde akıl sahipleri için âyetler vardır” âyetini okumuştu Resûlullah. “Onlar göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler. ‘Rabbimiz!’ derler, ‘Sen bunu boşuna yaratmadın!’” âyetini de... Ondan sonra durmuştu teheccüd namazına.

Okuduğum kitabın bu hadisin kaynağı olarak gösterdiği Buhârî’yi bir bütün olarak taramaya başladığımda ise, hayatımın sonraki on yılının hadislerle yoğrulacağından habersizdim. Bu tarama işlemi sona erdiğinde ilgili risaleden çıkardığım dersin doğruluğuna iyice kanaat getirmiş durumdaydım. Nitekim, elimde sayfalar dolusu notlar, zihnimde ise Kurân-kâinat-Resûlullah içiçeliğine dair, sayfalarda olandan da fazla hatıralar vardı.

Sonra, Resûlullah’ın hayatıyla bir şekilde ilgili belki yüzü aşkın kitabı ‘iş icabı’ okuduğum yıllar geldi. Bu okumalar esnasında, ‘kâinat içinde Kur’ân’ konusu, bir fon müziği gibi arka planda varlığını hep sürdürdü ve her bir okumamdan bu konuya dair malzemeler devşirmemi sağladı. Bunlara ilaveten, Kütüb-ü Sitte’yi ve başka bazı hadis külliyatlarını da taradığımda, Hz. Peygamberin hayatının en önemli veçhelerinden bir kısmının nasıl olup da nazarımızdan saklı kaldığına şaşırıp kalmlış durumdaydım.

Maamafih, saklı kaldığını düşünüyorsam, gün yüzüne çıkarmak boynuma borçtu. Bunlar bir yazıya, hatta bir kitaba sığacak durumda olmasa da; dilimin döndüğü, kalemimin yettiği, sayfaların elverdiği kadarıyla anlatmalıydım bunu. Sözlü olarak bunları aktardığım arkadaşlarımın yüzlerindeki parıltı, bunları kesinlikle yazıya dökmem gerektiğini söylüyordu bana.

Görülen o ki, yazılan siyerlerin elbette kalın harflerle anlattığı kritik olaylara ve özel günlere odaklanan zihnimizden, ‘herhangi bir günü’nde Peygamber tablosu gizlenmişti. Bedir’in, Uhud’un, Hayber’in.. elbette özel bir yeri ve önemi vardı gerçi. Ama, o özel günlerde sergilenen özel haller, ‘herhangi bir gün’de her daim yaşanan bir genel hâlin meyvesi ve neticesiydi. Özel günlerdeki özel hâl, her gün yaşanan hâlin sonucuydu esasen. O halde, özel günlere odaklanmış şekilde yazılan siyerlerin ardında, ‘herhangi bir gün’e dair ‘yazılmayan siyer’e ulaşmalıydı zihnimiz.

İşte, bu ‘herhangi bir gün’ün en aşikâr veçhelerinden biriydi Resûlullah’ın kâinat tefekkürü. Ve, Kur’ân’ın talimiyle onu ‘en güzel örnek’ bilen sahabiler için geçerli olan da buydu. Kâinat ve peygamber. Kâinat ve sahabiler.

Meselâ, bir Bedir’de Hz. Peygamber ile ashabının sergilediği benzersiz tavırdan haberdar olanlarımızın kaçta kaçı, Bedir sonrasında henüz müşrik olan Cübeyr b. Mut’im’in kalbinin ilk kez imana ısındığı şu manzaradan haberdardı ki... Akşam üzeri. Güneş kırmızı bir tepsi suretini almış, son huzmelerini hurmalıkları arasından Mescid-i Nebevîye gönderiyor. Resûl-i Ekrem, kendi ifadesiyle ‘susması tefekkür, konuşması zikir, bakışı ibret bakışı’ olan bir güzel örnek olarak, fikir-zikir-ibret hâli üzere. Etrafındaki sahabiler ise, yeni bir günün dağların arasından kaybolmaya başladığı bu büyük dönüşüm vaktini az sonra okunacak ezanın akabinde namazla karşılamak üzere, abdest için koşuşturuyorlar... Böyle bir akşam üzeri manzarası var mıydı Asr-ı Saadet’e dair zihinlerimizde?

Başka bir akşam üzeri, yanında bir sahabisi olduğu halde gurub eden güneşi seyreden bir Resûlullah manzarası... Bu akşam vakti, yanındaki Ebu Zer’e “Yâ Eba Zer! Biliyor musun, güneş nereye gidiyor?” diye soracaktır Peygamber(a.s.m.). Ebu Zer, o güzelim sahabi edebiyle, “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” diyecek, bunun üzerine Resûlullah kendi sorusunu şöyle cevaplayacaktır: “Arşın altında Rabbine secde etmeye...” Kâinatın içinde insanoğlunun çıplak gözle gördüğü en büyük şeydir güneş. Ve onu seyre dalan Peygamber, güneş gibi en büyük bir cirmi dahi Rabbinin emrine tâbi sâcid bir âbid olarak seyretmektedir. Bir akşam üzeri güneşi bu nazarla seyrederken, hepimize ‘her sabah başını secdeden kaldırıp Rabbinin huzurunda kıyama duran, ikindi vakti rükûa eğilen, akşam vakti tekrar secdeye kapanan bir güneş tasavvuru’ sunarak hepimize kâinatı seyrin adabını öğretmektedir o.

Onun bu şekilde seyrettiği tek nesne değildir güneş. Ashabından Abdullah b. Selam’ın haber verdiği üzere, “Resûlullah aleyhissalatu vesselam oturup konuştuğu zaman çok sık nazarını semaya çevirirdi” ve nazarını semaya çevirdiğinde gördüğü şey hilâl olduğunda da, doyumsuz tefekkür örnekleri sergilerdi. Bir keresinde, yeni hilâli görüp seyrederek, “(Ey hilâl!) Benim de, senin de Rabbin Allah’tır” buyurmuştu meselâ. Bir diğer vakit, yine yeni hilâle yüzünü dönüp, “Seni yaratan Allah’a inandım” buyurmuştu.

Onun yıldızlı bir gecedeki gökyüzü manzaraları karşısında nasıl bir tefekkür hâli yaşadığını gören tek insan, daha önce zikrini ettiğimiz amcasının oğlu Abdullah değildir bu arada. Bir sefer esnasında gece vakti Resûlullah’ın hâlini merak eden bir sahabi de, uyandıktan sonra yüzünü göğün ufkuna çeviren, daha önce zikrettiğimiz âyetleri okuyan, sonra abdest alıp namaz kılan, sonra yatan, biraz sonra tekrar uyanan, sonra tekrar göğe bakıp yine tefekkür âyetlerini okuyan, sonra tekrar namaz kılan bir güzel örnek görür o kudsî nebînin gecesinde. Hz. Âişe ise, bu hâli Resûlullah’ın gece tefekkürüne dair umumî bir hal olarak rivayet etmekte, onun ilgili tefekkür âyetlerini okuduktan sonra, şöyle dediğini de zikretmektedir: “Bu âyeti okuyup da uzun uzun tefekkür etmeyenlerin vay hâline!”

Resûlullah’ın karanlık gecede yaldızlı ve yıldızlı gökyüzünü seyredip tefekkür edişine dair başkaca hadisler vardır. Gündüz vakti yine yüzünü göğe çevirip bulutları, kuşları yahut yağmuru seyredişinden haber veren hadisler de o kadar çok sayıdadır. Gök gürleyip şimşek çakınca, dudağından, “Allah’ım bizi gadabınla öldürme, azabınla da helâk etme. Bundan önce bize afiyet ver” duası dökülür Resûlullah’ın. Rüzgâr estiği zaman ise, “Allahım! Senden bunun hayrını ve bunda olan hayrı ve bunun gönderiliş maksadındaki hayrı istiyorum. Bunun şerrinden, bunda olanın şerrinden, bununla gönderilen şeyin şerrinden de sana sığınıyorum” incileri sıralanır diline. Yağmur yağdığında ise, göğsünü yağmura açan bir Resûlullah manzarasını tekrar tekrar görür sahabiler. “Bunu niye yaptınız yâ Rasûlullah?” diye soran ashabına verdiği cevap müthiş derecede güzel, müthiş derecede öğretici ve anlamlıdır: “Bu, az önce Rabbiyle beraberdi.” Yahut: “Bunun Rabbiyle ahdi yeni!”

Resûlullah’ın kâinatla içiçeliğine, kâinat içinde kâinatı tefekkür âyetlerini tefekkür ve tezekkür edişine dair en çarpıcı tablolardan biri ise, onun bahçeler ve hurmalıklar içerisinde sergilediğidir. Ensârdan herhangi bir zâtın bahçesine tefekkür için giden Resûlullah tablosu, biz bundan habersiz de olsak, ashabından gizli değildir. Yalnız Ebu Talha’nın bahçesinde ve yalnız Beyruha kuyusu başında görmüş değildir onu sahabiler. Meselâ Ebu’l-Heysem et-Teyyihan, bahçesine su çevirdiği bir vakit Resûlullah’ın bahçesini şereflendirmesi gibi bir lezzeti yaşamıştır. Keza Kuba köyündeki, Gars kuyusunun bulunduğu bahçeye zaman zaman gittiğini bilir sahabiler. Yahut Eris kuyusunun bulunduğu bahçeye. Ki, bir gün Resûlullah’ı arayan ve ne evinde ne mescidinde onu bulamayan Ebu Hureyre onu Neccar oğullarına ait bir bahçede tefekkür hâlinde bulduğu gibi, Ebu Musa el-Eş’arî de bir gün Eris kuyusunun kenarına oturmuş, ayaklarını kuyuya sarkıtmış, bahçe içindeki ilâhî sanat tablolarını seyredip tefekkür eder halde bulmuştur Resûlullah’ı. Ve yazık, çok yazık, çok çok yazık ki, bizim zihnimizden gizlenen, hadislerde açıkça yazıldığı halde gözümüzden ırak düşen bir tablodur bu: bir bahçede tefekkür eden, öyle ki, sıcak bir günde ayaklarını kuyuya sarkıtmış halde tefekkür eden bir Resûlullah... Ne kadar kuşatıcı ve sıcak; ama bizim hayal ve havsalamızdan ne kadar da uzak!

Biliyordum, bu örnekler, kimileri için hâlâ daha, bu ‘kâinat içinde Peygamber’ tablosunu hayal ve havsalaya yaklaştırmada yeterli olmayabilirdi. Biliyordum, zira kendi içimde de bu yönde itirazlar geliştiren biri olagelmişti durmaksızın. Ama, vesveseye düştüm diyen bir sahabisine “İmanını vesvese düzeyine çıkaran Allah’a hamdolsun” buyuran sevgili Peygamberin bu hadisinde dikkat çektiği şekilde, içime üflenen bu şüphe Hz. Peygamberin(a.s.m.) kâinatla içiçeliğine dair yeni, yepyeni yüzlerce delille daha tanıştırmıştı beni: kıyaslar. Zira, Resul-i Ekrem(a.s.m.), zihinlerin hakikate yaklaşmasında bir köprü işlevi gören kıyaslar içerisinde, zımnen, kâinatı nasıl da dikkatle gözlemlediğine, neleri nasıl gördüğüne dair deliller de sunuyordu nazarımıza.

Meselâ, Allah’ın kulları üzerindeki merhametinden bahsederken, “At, yavrusuna basmamak endişesiyle ayağını bu sayede kaldırır” buyuruyordu o. Yahut, “Kalb, rüzgârların çölde bir sağa bir sola savurduğu kuş tüyü gibi, şekilden şekle girer” buyuruyordu. Veyahut, Allah’ın sadakayı nasıl büyüttüğünden bahsederken, “Tıpkı” diyordu, “Tıpkı sizin bir tayı veya bir yavru deveyi büyütmeniz gibi.” Mü’min ile münafıkı anlatırken kullandığı misal, hurma ve çam ağaçlarıydı. Kulların ettiği tesbihatın Arşın etrafında nasıl döndüğünü anlatırken kullandığı misal ise, “kovan etrafındaki arıoğulu’ misaliydi.

Şu temsiller de, onun kâinatı nasıl gözlemlediğine ve kâinat üzerinden nasıl bir tefekkür hasıl ettiğine dair güzelim örneklerdi; ama yegâne örnekler değil:

“Âlimin âbid üzerindeki üstünlüğü dolunaylı gecede kamerin diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir.”

“Benim ve sizin durumunuz, ateş yakıp da, ateşine cırcırböcekleri ve pervaneböcekleri düşmeye başlayınca onlara engel olmaya çalışan adamın durumuna benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise benim elimden kurtulup ateşe girmeye çalışıyorsunuz.”

“Kur’ân okuyan mü’minin misali portakal gibidir. Kokusu güzel, tadı hoştur. Kur’ân okumayan mü’minin misali hurma gibidir. Tadı hoştur, fakat kokusu yoktur. Kur’ân’ı okuyan facirin misali reyhan otu gibidir. Kokusu güzeldir, tadı acıdır. Kur’ân okumayan facirin misali ebucehil karpuzu gibidir, tadı acıdır, kokusu da yoktur.”

“Allah’ın benimle gönderdiği ilim ve hidayetin misali, bir araziye düşen yağmur gibidir. Bazı araziler var, tabiatı güzeldir, suyu kabul eder, bol bitki ve ot yetiştirir. Bir kısım arazi var, münbit değildir, ot bitirmez, ama suyu tutar. Onun tuttuğu su ile Cenâb-ı Hak insanları yararlandırır: Bu sudan kendileri içerler, hayvanlarını sularlar ve ziraat yaparlar. Diğer bir araziye daha isabet eder ki, bu ne su tutar, ne ot bitirir.”

Siz Allah’a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de, kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı: Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları halde, akşam dolu kursaklarla dönerler.”

“Şüphesiz ki, Allahu Teâlâ sığırın otu yerken ağzında evirip çevirdiği gibi, sözü ağzında evirip çevirerek lügat parçalayan erkeklere buğzeder.”

“Sübhanallahi velhamdulillahi ve lâ ilahe illallahu vallahu ekber demeyi tavsiye ederim. Zira bu kelimeler günahları döker; tıpkı ağacın yaprakları dökmesi gibi...”

Hz. Peygamberin(a.s.m.) aklı bir hakikate yaklaştırmak için kullandığı böylesi kıyas ve temsiller ile farkına vardığım bir diğer özelliği de vardı: gündelik hayatın içinde sergilediği tefekkür hâli... Meselâ, Medine için, “Burası Taybe’dir. Deccal’i sürer çıkarır—tıpkı körüğün demirin pasını çıkardığı gibi” buyuruyordu o. Tutulduğu sıtmaya söven bir kadına ise, “Sakın hummaya sövme. Çünkü o, insanların hatalarını temizlemektedir—tıpkı körüğün demirdeki pislikleri temizlediği gibi” buyurmuştu bir keresinde. Bir başka sözünde, yine ‘körük’ misali vardı: “İyi arkadaşla kötü arkadaşın misali, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince, ya elbiseni yakar yahut da sen onun pis kokusunu alırsın.”

O, o zaman, hatta şimdi bile çok insanın gördüğü bir gündelik hayat manzarasından bu hakikatleri devşirmişti işte. Bir demirci dükkanında gördükleri, birbirinden güzel böylesi hakikatlere misal olmuştu onun dünyasında. Evet, âyetin söylediği üzere, müşrikler çatlasa da, patlasa da, ‘çarşı pazarda dolaşan’ bir kudsî nebiydi o. Ve, çarşı pazarda dolaşırken gördüğü bir manzaradan çıkardığı bu güzelim derslerle, gündelik hayatın içinde her hâlükârda çarşı pazarda da bulunan bizlere, ‘gündelik hayat’ı tefekkür konusu yapmanın dersini veriyordu.

Gözünü sevdiğim, özünü sevdiğim, sözünü sevdiğim o şanlı nebînin gündelik hayatın içinden çıkarıp devşirdiği başka öylesi misaller vardı ki bizimle hakikat arasında bir güzel köprü olan. Hangisini seçip koysaydım ki? Hepsi güzeldi. Galiba, en doğrusu, birkaçını zikredip, gerisini meraklı nazarların hadis yolculuklarına havale etmekti:

“Haset hayırları yer bitirir, tıpkı ateşin odunu yiyip tükettiği gibi. Sadaka hataları söndürür, tıpkı suyun ateşi söndürmesi gibi...”

“Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın kulunun tevbe etmesinden dolayı duyduğu hoşnutluk, herhangi birinizin ıssız çölde kaybettiği devesini bulduğu zamanki sevincinden daha büyüktür.”

“Bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarar, mala ve mevkiye düşkün bir adamın dinine verdiği zarardan daha büyük değildir.”

“Benim dünyayla alâkam ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağaç altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim.”

“Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır; Allah’ın koruluğu da haramlarıdır...”

Susması fikir, konuşması zikir, bakışı ise ibret bakışı olan kudsî nebi, gündelik hayatın içinden böylesi fikirler ve ibretler çıkarıp sunmuştu bize. Böylece, en önemlisi, gündelik hayatı tefekkür ve ibret konusu yapmanın yolunu ve usulünü sunmuştu.

Onun gündelik hayatın içinde sunduğu ve ne yazık ki yeterince bilinmeyen bir husus ise, ‘rahmeten li’l-âlemîn’ olarak yaşadığı mütevazi hayatta. Yamalı pabuç giymekten erinmeyen, sert arpa ekmeği yemekten çekinmeyen, evini süpürüp söküğünü dikmeyi ar edinmeyen bir büyük tevazu timsaliydi o. Medine’nin çocukları ise, yeni gelmiş turfanda meyveleri en önce kendilerine ikram eden, oyunlarını seyredip zaman zaman tezahüratta bulunan, kendilerini devesinin terkisine almasıyla şereflendikleri bir nebi olarak tanımışlardı onu.

On sene hizmetinde bulunan Enes ise, onu, diğer çocuklardan çok daha fazla tanıyordu. Ana bir kardeşi Abdullah’ı doğduğunda ona götürdüğünde, kendisini devesine katran sürer halde görmüş ve bu tevazu tablosunu hiç unutmamıştı. Kuşlarla oynayan bir diğer kardeşi Ebu Umayr’ın bir kuşunun ölümü üzerine duyduğu üzüntüye mukabil, Hz. Peygamberin onu taziyeye gidişini de. Hiç mi hiç unutamadığı ise, on senelik hizmeti boyunca, unuttuğu veya yanlış yaptığı şeyler de olsa, kendisinden asla bir çirkin söz veya bir azar duymamış olmasıydı.

Nasıl duyabilirdi ki? Onu, Ensârdan bir zâtın bahçesine girdiğinde kendisini farkedip inleyen ve gözlerinden yaşlar akan bir devenin yanına gidip, devenin gözyaşlarını silen, sahibine ise bundan sonra ona iyi davranmasını emreden biri olarak da tanıyordu. Deveye bu kadar şefkat eden bir nebi, insana, hele Enes gibi bir gence, hele Ebu Umayr gibi bir çocuğa neden şefkat etmesindi ki?

O ki, bir diğer genci, Zeyd b. Erkam’ı gözündeki bir ağrı sebebiyle ziyaret edendi.

O ki, Sabit b. Kays b. Şemmas’ın hasta iken yanına gidip, “Ey insanların Rabbi! Sabit b. Kays b. Şemmas’tan acıyı kaldır” diye dua edendi.

O ki, bir Yahudi gencinin hastalandığını duyduğunda ziyaretine giden, başucunda oturan, İslâm’a davet eden, yanında duran babasının da onay verdiği bir atmosferde gencin şehadet kelimelerini söyledikten sonra vefat etmesi üzerine de, “Onu benim vesilemle ateşten kurtaran Allah’a hamdolsun” diyendi.

O ki, yirmi gün boyunca yanında bulunan Malik b. Huveyris gibi bir grup genci, anne-babalarını özlediklerini anlayınca, özledikleri yere gönderirken, “Resulullah(a.s.m.) çok merhametli ve şefkat dolu bir kimseydi” diye bir iz bırakmıştı dünyalarında.

Şefkati, merhameti ve nezaketi o derece idi ki onun, defaatle uyarmıştı sahabilerini: Bir meclisin içinden geçerken, sırtınızda veya elinizde ok varsa, okun demir kısmını tutun ki, birine zarar vermeyin. Birine kınından çıkmış kılıç uzatırken, kabzasını tutabileceği şekilde uzatın ki, eli zarar görmesin. Bir mecliste size meselâ hurma ikram edilmişse, arkadaşlarınızdan izin almadan hurmayı ikişer ikişer yemeyin.

Gündelik hayatın içinde, tefekkürüyle birlikte, böylesine incelikli, böylesine nezaketli, böylesine latif, böylesine şefkatliydi o.

Öyle ki, ona ikramda bulunmak, hiç kimseye ağır gelmez; zira hiç kimse, onun hiçbir vakit bir yemeğin aleyhine laf ettiğini görmezdi. Yemekte de, yapanda da kusur aramazdı o. Üvey oğlu Hind’in söylediği üzere, “Ne kadar ince olursa olsun nimete saygı gösterirdi. Nimetin hiçbir şeyini kınamazdı.” Sirke ve ekmekten başka birşeyin olmadığı sofralar, “Sirke ne iyi katık! Sirke ne iyi katık! Sirke ne iyi katık!” diye tekrarladığına şahit olmuşlardı onun. Etrafında cüzzamlı bir kimsenin bulunduğu bir sofra, cüzzamlının elinden tutarak, kendisiyle birlikte elini tabağa koyup “Allah’a güvenerek ve O’na tevekkül ederek ye!” buyurduğuna şahit olmuşlardı onun. Yemek yemekte zorlanan bir hasta, yumuşaklığına binaen, “Kek ister misin?” diye sorduğuna şahit olmuştu onun.

O ki, sahabisi İbn Ebi Evfa’nın anlattığı üzere, “Dul ve miskinlerle beraber yürümekten ar duymazdı.” O ki, “Biriniz için hizmetçisi yemeğini yapıp getirince, o, yemeğin sıcaklığını ve kokusunu almıştır. Öyleyse, yanına oturtup onunla birlikte yesin. Eğer yemek az ise, hiç olmazsa eline bir veya birkaç lokmalık koysun” buyurandı. O ki, kendisine gelip “Hizmetçimi ne kadar affedeyim?” diye soran bir adama, “Her gün yetmiş kere affet!” buyurandı.

Böylesi nice örneğin şahitliğinde, rahmet peygamberiydi o. “İnsanlara merhametli olmayana Allahu Teâlâ merhamet etmez” diye de uyarandı.

Onun merhameti, insanlarla sınırlı da değildi ayrıca. Bir sefer esnasında, sıcak bir gölgede kıvrılıp uyumakta olan bir ceylan görmüştü de, bir sahabisine, herkes geçinceye kadar orada bekleyip kimseye hayvanı rahatsız ettirmemesini emretmişti. Develer, karıncalar, kuşlar, hatta haşerat bile, onun rahmet yüklü tavsiyelerinden hissedar olan mahluklardı. Mahlukat için, “Konuşamayan bu hayvanlar hakkında Allah’tan korkun!” buyurandı o. “Kendisinde ruh olan hiçbir canlıyı (atışlarınıza) hedef ittihaz etmeyiniz” buyurandı. “Haksız yere bir kuş veya daha küçük bir hayvan öldüren insana Allah mutlaka onun hesabını soracaktır” buyurandı.

Bütün bu tavsiyelerinin ardında ise, şu hikmet vardı: “Allah, merhametli olanlara rahmetle muamele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semada bulunanlar da size rahmet etsinler.”

O kudsî nebinin nazarımızdan bir derece saklı kalan bir özelliği ise, Rabbimizin küllî rububiyetine karşı sergilediği eşsiz ubudiyet hâliydi. Bu noktadaki dikkatine ve hassasiyetine işaret eden o kadar sözü ve o kadar hatırası vardı ki...

Mutruf b. Abdullah’ın babası bir örneğini zikrediyordu bunun. Kendileri, Benî Âmir heyetiyle İslâm’ı kabul niyetiyle Hz. Peygambere gidip ona “Sen bizim efendimizsin” diye hitap ettiklerinde, “Efendi, Allah’tır” cevabıyla karşılaşmışlardı.

Abdullah b. Büsr ise, kendisinin hazırlayıp Peygamber meclisine getirdiği genişçe bir yemek kabının etrafında biriken sahabiler arasında diz çöküp otururken görmüştü Resûlullah’ı. Ne ki, orada bulunan bir bedevî, garipsemişti bunu. Bir Peygamber, nasıl böyle mütevazi bir halde yemeğe iştirak etsindi ki? Cevap, onun gibi bir peygambere yakışandı elbette: “Allah beni mütevazi bir kul olarak yarattı, kibirli, kasılan biri yapmadı.”

“Yâ Rasûlallah! Benim övmem bir yüceltme, yermem de alçaltmadır” diyen Akrâ’ b. Hâbis ise, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın cevabı karşısında müthiş derecede sarsılmıştı: “Böyle yapmak Allah’a mahsustur.”

Benzer şekilde sarsılan bir diğer kişi, Rübeyy binti Muavviz’in düğününde hamasî şarkılar söyleyen cariyeydi. Resûlullah’ın o ortamda varlığını farkedince, “Aramızda yarın ne olacağını bilen bir peygamber var” diye bir söz eklemişti şarkısına cariye. Resûlullah’ın cevabı bir ubudiyet zirvesiydi: “Gaybı ancak Allah bilir.”

Devesinin kaybolduğu bir sefer ânında, münafıkların “Bu ne biçim Peygamber! Devesinin yerini bile bilmiyor” diye dolaştırdığı laflar kulağına geldiğinde söyledikleri de, manidardı: “Ben bilmem; ben bana bildirileni bilirim.”

Bir başka vakit, devesi Adbâ yarışta birinciliği kaybedince bu durum sahabilere ağır gelmişti de, bu kez, şöyle buyurmuştu o: “Dünyada yükselen birşeyi alçaltmak, Allah’ın değişmez kanunudur.”

O böyle diyebilirdi, zira, Rabbini teşehhüd ile selâm arasında “Öne geçiren de Sensin, geride bırakan da Sen” diye tesbih eden bir nebiydi o. “Bir kul Allah rızası için mütevazi olur, alçalırsa, Allah onu mutlaka yüceltir” diyen nebiydi. “Kulun Rabbine en yakın olduğu hâl, secde hâlidir” buyuran ve çokça secdede bulunan bir kudsî nebi olarak, “Ben ona günde yüz kere tevbe ederim” de buyurandı. Zira, sergilediği benzersiz ubudiyete rağmen, Rabbine, “Seni lâyık olduğun şekilde sena edemem. Sen kendini sena ettiğin gibisin” diyerek yalvaran ubudiyet zirvesi oydu.

Onun ‘herhangi bir günü’ne baktığımızda, karşımıza, kâinata, gündelik hayata ve de insanın kendi iç dünyasına tam bir dikkat ve rikkatle bakan bir tefekkür ve ubudiyet örneği çıkıyordu karşımıza velhasıl. Burada sunulanlar ise, buna dair, bir kısım örnekler ve delillerdi yalnızca. Bunun tam delili ise, yazılan binlerce hadis külliyatında ve bir o kadar siyerde bin senedir mahfuz halde bulunuyordu. Hepsinden de önce, Kur’ân, her bir âyetiyle, Resûlullah’ın hayatını anlatıyordu bize; neyi nasıl yapıp neye nasıl baktığını ve neye nasıl inandığını anlatıyordu.

Bir keresinde, “Kim bir musibete uğrarsa, benim yokluğum sebebiyle maruz kaldığı musibeti hatırlasın. Çünkü bu, en büyük musibettir” buyurmuştu o kudsî nebi. Bunun en büyük musibet olduğunu gösteren bir vâkıa, onun yokluğunda, onun sergilediği hâl ile aramıza giren, onu bütün yönleriyle tanımamızı engelleyen manilerdi.

Yine de, büsbütün ümitsiz bir durum da yoktu ortada. Zira, geride emanet olarak bıraktığı, elçisi olduğu Hz. Kur’ân aramızdaydı lillahilhamd. Gereğince okumuyor, lâyıkınca amel edemiyor da olsak, aramızdaydı gene. Onun hayatından hatıraları bugünlere taşıyan hadis ve siyer ciltleri, bakışımızın darlığı ve odaklanma biçimimizin noksanlığı yüzünden kendilerinden gereğince istifade edemesek bile, erişilebilir haldeydi yine.

Ve, onun gibi, biz de içindeydik kâinatın. Biraz dikkat ve gayret, onun bize hatıra bıraktığı kâinat karşısında, o Fahr-i Kâinat aleyhisselamın sergilediği tefekkür ve tezekkür iklimine götürebilirdi yine... Yıldızlı gece, mehtaplı akşam, çatlamış toprak, yağmur damlası, gözüyaşlı bir hayvancağız, rüzgârda uçuşan bir tüy, demirciler çarşısı, attar dükkanı, dökülen yapraklar, yüzdeki ben, portakal, reyhan, ebucehil karpuzu, bulut, kuşuyla oynayan bir çocuk.. kısacası gördüğümüz her ne varsa, onun örnekliğinde bizim için bir tefekkür ve ibret konusu olduğu gibi, bize onu hatırlatan bir hatıraya da dönüşerek, onun aramızda yokluğundan hasıl olan hüznümüzü de biraz olsun hafifletebilirdi.

Tıpkı, bana onu bu şekilde hatırlatan Mucizat-ı Ahmediye müellifi Bediüzzaman için olduğu gibi...

Kimbilir, bu yolda yürümek için, içtenlikle isteyerek, dergah-ı ilâhîye ‘özel’ bir dua bırakmamız yetiyordu belki de. Onun öğrettiği bir dua, sözgelimi. Onun sıkça dediği gibi, “Ey kalbleri çeviren Allahım! Kalbimi dinin üzere sabit kıl” mı demeliydik peki? Yoksa, yine onun dediği üzere, şöyle de denilebilir miydi:

“Allahım! Senden, Seni sevmeyi, Seni sevenleri sevmeyi ve Senin sevgine ulaştıracak amelleri sevmeyi dilerim. Allahım! Senin sevgini bana canımdan, ailemden ve soğuk sudan daha ileri kıl!”

BÜLBÜLÜN GÜLE MUHABBETİ NE ZAMAN BAŞLADI

İbrâhim aleyhisselâmın, Nemrûd tarafından ateşe atıldığını, ehlî ve vahşî hayvanlar dahî, Allâh Teâlâ'nın ihsân ettiği bir his ile idrâk etmiş oldukları için, onlar da ağlamakta, feryâd etmektedirler.

İşte bülbül ağlıyor. Ve ortasının gülistan oluşundan bîhaber, etrafı hâlâ kor ve alev hâlindeki büyük ateşe doğru koşuyor. Cenâb-ı Hakk, Cebrâil aleyhisselâma emrediyor:

— Yâ Cebrâil koş, Nemrûd'un ateşine doğru uçan bülbülü tut, ne istiyor, sor.

Hazret-i Cibrîl yetişiyor, ateşe varmak üzere olan bülbülü tutuyor ve soruyor:

— Küçük kuş, burada işin ne? Bülbül ağlayarak cevap veriyor:

— Allâh'ın Halîl'ini ateşe attılar; madem ki ben onu kurtarmaya kadir değilim, bâri ben de onunla beraber yanayım, diyorum. Cebrâil aleyhisselâm bülbüle: — Gel, diyor ve İlâhî tecellîyi ona gösteriyor... Bülbül şimdi ne yapsın?.. Feryâdı dinmiştir. Sevincinden mesttir. Dili tutulmuştur. Kıyâmete kadar böyle kalabilir. Cenâb-ı Hakk Hazret-i Cibrîl'e yine emir veriyor:

— Bülbüle söyle: Benden ne dilerse, şimdi dilesin.

— İste bülbül, Rabbinden, ne isteyeceksen iste!.. Bülbül dile geliyor:

— Ben, diyor, kendimi bildim bileli, Rabbimin zikri ile meşgûlüm. İşittim ki, Rabbimin bin bir güzel ismi varmış; ama ben, yalnız yüz birini biliyorum. Diğer dokuz yüzünü de öğrenmek isterim.

Bülbülün dileği, derhal kabul edilmiş, bilmediği Esmâ-i Hüsnâ'yı da hemen öğrenivermiştir. Ve şimdi bülbülün vazifesi var: Hazret-i Cibrîl bülbülü alıyor; nârın, nûr olduğu yere, Hazret-i İbrâhim'in bulunduğu gülistana koyuyor ve ona ırmağın kenarındaki gül ağacını göstererek;

— Bülbül, senin yerin burası, diyor.

Bülbül, güle konmuştur. Ötüyor... ötüyor... ötüyor...

İşte bülbülün güle muhabbeti böyle başlar.

Şimdi o, her seher vakti konacak bir gül dalı bulur, öter, öter, öter... Baygın düşünceye kadar... Bülbülün seher vaktindeki bu hâli, gâfiller uyurken, uyanık âşıklarla beraber, binbir Esmâ-i Hüsnâ'yı tesbih edişidir.

Eğer siz; seher vakti, bülbül ile beraber uyanmış da secdede iseniz, onun sizi zikirde geçmeğe çalıştığını duyarsınız.

Yok, eğer o sizden daha evvel uyanmış, pencerenizin önündeki güle konmuş ötüyor da; siz onun nağmeleriyle uyandı iseniz, biliniz ki o, sizin kalbinizdeki gaflet külünü eşelemekte, oraya kendisinin küçücük kalbindeki büyük aşk ateşinden bir kıvılcım sıçratarak, rûhunuzu tutuşturmak istemektedir. (Hazret-i İbrâhim ve Nemrûd, s. 47-8-9, Fazilet Neşriyat)

9 Nisan 2008 Çarşamba

Sohbet : Kur'-ı Öğrenmek İçin Hadis Okuyun / İsmail Lütfi Çakan

Kenan Demirtaş'ın Riyazü Salihin Hakkında İsmail Lütfi Çakan'la Sohbet

Bu yazı Özgür ve Bilge dergisinin 2002 Temmuz sayısından alınmıştır.

Prof. Dr. İbrahim Canan, Kur’ân âyetlerinin açıklanmasında Hadisin yerini hiçbir şeyin dolduramayacağını Kenan Demirtaş'a anlatıyor.

İslâm tarihinde çözülmelerin yaşandığı ve Kur’ân ruhundan uzaklaşıldıgı zamanlar âlimler çıkış yolunu Sünnetin içinde aramışlar ve orada da bulmuşlardır. Çünkü Kur’ân’ı en iyi anlatan şüphesiz Peygamberdir. İşte Hadis ve Sünnet konusunda uzman olan Prof. Dr. İbrahim Canan bize bu yolu anlattı ve hadisleri tefsir açısından değerlendirdi. Bilindiği gibi Prof. Dr. İbrahim Canan, ilâhiyat camiasında birçok ilim adamının yetişmesine vesile olmuş bulunmaktadır. Bu arada Sünnetle ilgili birçok eser yazmış ve özellikle Kütüb-i Sitte gibi büyük bir hadis külliyatını tercüme ederek milletimize Peygamber çizgisini anlatmıştır.
İslâm âlimlerinin hepsi, Kur’ân’ı açıklamada Peygamber (a.s.m.) sünnetini birinci kaynak olarak görmüşlerdir. Bunun dayandığı bir gerçek var mı?

Evet, peygamberlik görevi sadece Kur’ân’ı getirmekle bitmez; onu açıklamak, izah etmek ve nasıl tatbik edileceğini göstermek, onun görev sınırları içindedir. Meselâ şu âyetler onun İlâhî görevlerinden bir kısmını belirtiyor:

“Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi Biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik.”(İbrahim Sûresi,14-4)

“O kimseler ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de vasıflarını yazılı buldukları ümmî peygamber olan Resulullaha uyarlar. O peygamber ise kendilerini iyiliğe sevk edip kötülükten sakındırır; temiz ve güzel nimetleri onlara helâl, habis olanları ise haram kılar; daha önce kendilerine yüklediğimiz ağır yükleri ve üzerlerindeki bağları onlardan kaldırır. İşte ona îmân eden, ona hürmet eden, düşmanlarına karşı ona yardımda bulunan ve onunla indirilmiş olan nûra uyanlar, kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir.”(A'raf Sûresi, 7-157)


“Allah ve Resulü bir meselede hükmünü verdiği zaman, bir mü’min erkeğin yahut bir mü’min kadının artık işlerinde başka bir yolu seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” (Ahzab Sûresi ,33-36)

“Hayır! Rabbine and olsun ki, onlar, aralarındaki anlaşmazlıklar için senin hükmüne müracaat edip, sonra da verdiğin hükme gönüllerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle râzı olup uymadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa Sûresi, 4-65)

“Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Kim bundan yüz çevirirse, seni öylelerinin üzerine muhâfız olarak göndermedik; sen ancak doğru yolu gösterip tebliğ etmekle mükellefsin.”(Nisa, 4-80)

“Peygamber size ne emretmişse alın, neyi yasaklamışsa ondan da kaçının. Allah’tan korkun. Muhakkak ki Allah’ın azâbı pek şiddetlidir.”(Haşir Sûresi, 59-7)

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir” (Âl-i İmran Sûresi, 3-31)

Evet, buna benzer âyetler Peygamberimizin (a.s.m.) görevini, sadece Kur’ân’ı insanlara getirmekle sınırlı olmadığını belirtiyor.


Bunu biraz açabilir miyiz?

1. Efendimizin bir görevi özet şeklinde olan âyetleri açıklamaktır: Meselâ Kur’ân “Namaz kılın” diyor, ama namaz nasıl kılınacak? “Rükû ve sücud yapın” diyor, ama rükû ve sücud nasıl yapılacak, teferruat vermiyor. Kıyam nasıl yapılacak, ayrıntı yok. İşte Peygamberimiz “Ben nasıl namaz kılıyorsam öyle kılın” diyerek âyet-i kerimeyi şekil ve muhteva olarak açıklıyor ve nasıl tatbik edilebileceğini gösteriyor. Namaz, oruç, zekât, hac gibi Kur’ân-ı Kerimde mücmel (özet) olarak gelip açıklanmayan emirleri Peygamberimiz açıklıyor.

2. Efendimizin görevleri arasında, anlaşılması zor olan âyetleri açıklamak da vardır.

Meselâ âyet-i kerîmede, “Onlara karşı gücünüzün yettiği her türlü kuvveti ve cihad için ayrılıp eğitilmiş atları hazır tutun ki, onunla Allah’ın ve sizin düşmanlarınızı ve bunlardan başka sizin bilemediğiniz, fakat Allah’ın bildiği düşmanlarınızı korkutasınız” (Enfâl Sûresi,8-60) buyuruluyor. Bu âyette “Kuvvet ve savaş atlarını hazır bulundurun” tabiri geçiyor. Sahabe Peygamberimize sormuş: “Kuvvet nedir?” Peygamberimiz, “Bilin, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır” diye üç defa tekrar etmiştir. Her devrin değişen atma vasıtalarına süratle, vakit kaybetmeden ayak uydurmamızı emir buyurmuştur.

3. Sonra Kur’ân-ı Kerimin mutlak ve âm (sınırsız ve genel ifadeli olan) âyetlerini takyitle tahsis ediyor, yani onlara sınır getiriyor. Meselâ, “Allah alışverişi helâl, faizi ise haram kıldı”(Bakara Sûresi,2-275) buyuruyor. Bu âyet-i kerîmeye göre her şeyin alışverişi helâldir. Ama Peygamberimiz buna bir sınır getirerek domuzun ve içkinin alışverişini yasaklamıştır. Demek meşru alışverişin sınırlarını bu şekilde açıklamış oluyor.

Diğer bir örnek ise şu âyet-i kerimedir: “İman eden ve imanlarına zulüm bulaştırmamış olanlar—korkudan emin olmak işte onların hakkıdır ve doğru yola eriştirilenler de onlardır.”(En'am Sûresi,6-82) Sahabe bu âyet gelince telâşlanıp Peygamberimize sormuş: “Hepimiz nefsimize zulmediyoruz. Yâ Resulallah, bizde zulme düşmeyen var mı?” Peygamber (a.s.m.) “Şirk pek büyük bir zulümdür” âyetini hatırlatarak buradaki zulmün şirk olduğunu açıklamıştır. Dolayısıyla bu neviden olan Kur’ân-ı Kerimdeki anlaşılması zor olan âyetleri Peygamberimiz açıklıyor.

3. Sonra Kur’ân’da olan meseleler ayrıca Peygamberimiz tarafından tekraren teyit ve te’kid edilmiştir. Böylece onun daha iyi anlaşılması sağlanmıştır. Bu da bu sadette söylenebilir.

4. Peygamberimizin bir de şâri’ yönü, yani, Kur’ân’da olmayan hükümleri koyma yetkisi var. Meselâ, yiyeceklerden haram olanların isimleri iki âyet-i kerimede belirtilir. Ama onların hiçbirisinde eşek eti geçmez. Peygamberimiz Hayber Seferi sırasında, ehlî (evcil) eşek etini haram etmiştir.

Bunlar niçin Kur’ân’da açıklanmamış da Peygamberimize bırakılmıştır?

Kur’ân bütün teferruatı verseydi ciltlerle dolu bir kitap olurdu. Halbuki bu da Kur’ân’dan istifademizi zorlaştırır. Bu bakımdan meselelerin bir kısmının açıklamasını Peygamberimize bırakmıştır. Peygamberimize bıraktırmasının da ayrıca birtakım maslahatları var. Çünkü birtakım meseleler zaman içerisinde neshedilmiş, yürürlükten kalkmıştır.

Hem hadislerin bir kısmı bize zayıf hadisler şeklinde gelmiştir. Bu zayıf hadislerle amel ihtilâf getirmiştir. İhtilâf ise ümmet için rahmettir. Halbuki Kur’ân-ı Kerimde kesin olarak bütün bu meseleleri zikretmiş olsaydı, orada ihtilâf etme şartımız azalırdı. Dinimizin gelişen zamana ve toplum şartlarına göre esnekliği azalabilirdi. Halbuki dinimizin üstün bir yönü—kanatimce—zamana ve zemine göre yeni yorumlara imkân tanımasıdır. Bu güzel birşeydir.

Hattâ dahası var. Peygamberimiz de âlimlere bir marj bırakmıştır. Dinimizin güzelliği bu. Âlimler Kur’ân-ı Kerim ve Sünnetten hareketle hüküm koymada birtakım temel kaideler belirtmiş ve usul koymuştur. Âlimler bu usullerle yeni meseleleri yoruma kavuşturuyor. Böylece başka şeriata ve kültür sistemine ihtiyaç hasıl olmadan, kanun alma ihtiyacı duymadan yeni şartlara göre kanunlarımızı kendimiz koyabiliyoruz. Nitekim Osmanlının son dönemlerine kadar bütün ortaya çıkan yeni ihtiyaçlarımız kendi değerlerimiz çerçevesinde kanunlaştırılmış, Kur’ân ve Sünnetten çıkartılmıştır.

Halkımız hadislerle Kur’ân-ı Kerimi nasıl öğrenecek? Meselâ Yâsin Sûresini hepimiz çok okuyoruz. “Peygamberimiz acaba bu sûreyi nasıl tefsir etmiş” diye öğrenmek istesek, bunu nereden bulacağız. Bir usulü, yöntemi var mı bunun?

Öncelikle Kur’ân, Kur’ân ile tefsir edilir. Çünkü bir âyet diğer bir âyeti açıklar. Bir konu bir yerde bir yönü anlatılır, diğer bir yerde diğer bir yönü anlatılır ve hakeza. Fakat Peygamberimizin de Kur’ân’la ilgili çokça tefsiri vardır. Buharî’nin en geniş bölümlerinden birisi Tefsir’dir. Tirmizî’nin en geniş bölümlerinden birisi yine Tefsir bölümüdür. Kaldı ki Buharî ve Tirmizî’de yer almayan tefsire müteallik hadisler, başka kaynaklarımızda verilmiştir.

Ben bazan matematiği uygulayarak diyorum ki: bir doğru iki noktadan geçer. Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerimden çıkaracağımız bir mânâda Kur’ân-ı Kerim çıkış noktasıdır. İkinci bir nokta olarak Hadise atıf yapmazsak, o zaman o tek noktadan binlerce görüş çıkabilir. Halbuki din nedir? Tevhid, birlik, beraberlik dinidir. O âyetten herkes kendi kafasına göre bir yorum değil, gerçeğe uygun yorum çıkaracaktır. Acaba Peygamber ne demiştir, ona bakacağız. Peygamber sözlerinde yoksa, acaba Sahabe ne demiştir, Tabiîn ne demiştir, Etbeuttabiîn ne demiştir, onlara bakacağız. Onlar Kur’ân’ı aslına uygun şekilde anlama şansına bizden daha çok sahipti.


Hadislere ne derece güvenilir?

Hadislere güvenmemek için bir sebep yok. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kur’ân-ı Kerim insanları Peygamberimize yöneltiyor, “Onun getirdiğini alın, onun yasakladıklarından kaçının” diyor. Yani Kur’ân ikinci bir kaynağı olarak devamlı şekilde Peygamberimizi nazara veriyor.

İkincisi Peygamberimiz kendisini öne sürüyor, Sünnetine dikkat çekiyor ve Sünnetle bu işin yürüyeceğini Peygamber Efendimiz ifade ediyor. Meselâ Peygamberimiz Hz. Muaz’ı Yemen’e gönderiyor. “Orada ne ile amel edeceksin” diyor. Hz. Muaz “Kur’ân’la amel edeceğim” diyor. “Kur’ân’da bulamazsan?” diye soruyor Peygamberimiz. “Sizin sünnetinizle,” diyor Hz. Muaz. “Sizin sünnetinizde bulamazsam, içtihadımla” diyor. Peygamberimiz bundan çok memnun kalıyor. İslâm ulemasının hepsinin elinde delildir bu hadis. İçtihadın gerekli olması hususunda, Sünnetin delil olması hususunda bu delildir. Dolayısıyla Resulullahın sağlığında Sahabe ikinci kaynak olarak hadisi bilmektedir.

Hz. Ömer anlatıyor: “Ben emsalim bir kardeşimle münavebe yaptım. Bir gün o tarlaya gidiyor tarla işlerini yürütüyor, ben Resulullaha gidiyorum, orada Resulullahı dinliyorum. Akşam gelince emsalim olan kardeşime o gün Resulullahtan gördüğümü, duyduğumu anlatıyorum. Ertesi gün ben tarlaya gidiyorum, emsalim kardeşim Resulullahı takibe gidiyor, duyduğunu, gördüğünü akşam bana anlatıyor. Böylece Peygamberimizi her gün yakından takip etme fırsatı buluyoruz.”

Bir Sahabî diyor ki: “Ben Resulullahtan her duyduğumu yazardım. Bana dediler ki, ‘Resulullah da bir insandır. Bazan öfkeli halde konuşur, bazan sükûn halinde konuşur. Herşeyini yazmak doğru değildir.’ Bunun üzerine vazgeçtim. Ama duyduklarım aklımda kalmaz hale geldi. Onun için yine Peygambere gidip durumu anlattım. ‘Yâ Resulallah, senden güzel şeyler işitiyor ve bunları yazıyordum. Fakat Ensar böyle böyle söyledi. Bunun üzerine vazgeçtim. Ama şimdi yazmayınca da rahatsızım, ne yapayım?’ dedim. Resulullah mübarek ağzını göstererek ‘Bundan haktan başka birşey çıkmaz, yaz’ buyurdu.”

Yine Resulullaha uğrayanlar oluyor ve hafızalarından şikâyet ediyorlar. Peygamberimiz onlara “Sağ elini yardıma çağır” buyuruyor, yazmalarını söylüyor.

Bir başka şey daha söyleyeyim. Enes (r.a.) çok hadis rivayet edenlerin arasında yer alır ve Müksirûn denilen yedi kişiden biridir. Müstedrek’te rastladığım bir hadiste Hz. Enes diyor ki: “Ben Resulullahtan gündüzleri hadis yazar, geceleri tashih etmesi için ona okurdum.” Yani, Peygamberimiz onun yazdıklarını düzeltiveriyor. Ondan sonra hadis ilminde talebelerin öğrendiği hadisleri hocalara götürüp okuması, arz etmesi söz konusu olmuştur. Talebe yazdığını, ezberlediğini hocanın önünde okur, hoca onu tashih ederdi ve öyle icazet alınırdı.


Bütün hadislere Kur’ân tefsiridir diyebilir miyiz?

Evet. Peygamberimiz (a.s.m.) yaşayışı ile Kur’ân-ı Kerimi pratiğe dökmüştür. Dolayısıyla Kur’ân’ın insanlardan istediği ideal hayat tarzı ve şekli Peygamberimizde kendini göstermektedir. Bunu eğer kulluk noktasından ele alırsak, Allah’a karşı kulluğumuzun nasıl olması gerektiğini en mükemmel şekilde Peygamberimiz göstermiştir. İbadetlerin hepsini Peygamberimiz en mükemmel şekilde yerine getirmiştir. Peygamberimizin kulluğu, Kur’ân-ı Kerimin bizden istediği kulluğun en mükemmel şeklidir, bütün yönleriyle. Beşerî münasebetler de öyle. İnsanlarla ve komşularıyla olan münasebetlerinde en güzel örnekleri göstermiştir. Karı-koca münasebetlerinde en güzel karı-koca münasebetlerini ortaya koymuştur. Çocuk terbiyesinde, çocuklara karşı nasıl davranılması gerektiğini göstermiştir.

Demek ki Peygamberimiz (a.s.m.) bütün hayatının her safhasında, her kesitinde, her karesinde en güzel örnek olarak Kur’ân-ı Kerimin idealini temsil etmiştir, yaşamıştır, göstermiştir. Müslümanlar bunu imkânları nispetinde aynen Peygamberden alabilirler. Bir hadiste Hz. Ayşe Peygamberimiz ahlakını “Onun ahlâkı Kur’ân ahlâkıydı” diye ifade ediyor. Dolayısıyla Peygamberimiz ahlâk yönüyle de Kur’ân-ı Kerimin ahlâkını şerh etmiştir, açıklamıştır. Belki hepsini kelama dökmemiştir, ama fiile dökmüştür. Onun her sözü, her fiili ve her davranışı, Kur’ân-ı Kerimin ruhunun tefsiridir.

Diğer yandan, eski milletlerle ilgili kıssalara da açıklama getirmiştir. Hz. İbrahim’in bazı Kur’ân’da olmayan meselelerini Peygamberimizin hadislerinde bulabiliyoruz. Demek ki, Kur’ân’ın temas ettiği, insanlığa getirmek istediği, vermek istediği, hukuk olsun, ahlâk olsun, yaşayış tarzı olsun, bütün derslerin hepsini Peygamberimizin hayatında, bazan sözleriyle, bazan fiilleriyle, bazan tahlilleriyle bulabiliyoruz.

Şimdi Kur’ân-ı Kerimde “Yiyin, için, israf etmeyin” buyuruluyor. Başka bir âyette de, tebziri yasaklıyor. tebzir, israfın kardeşidir. Şimdi bu iki âyeti daha iyi anlamak için Peygamberimizin uygulamasına bakalım:

Efendimiz israfa gayet net bir sınırlama getirmiştir ki, bunun en canlı örneği abdesttir. Abdest alırken suyu israf etmemek için ölçülü kullanırdı. Üç avuç suyla organları yıkamayı emir buyurmuştur. Fazlası mekruhtur. Bu miktarla sınırlamış Peygamberimiz. Sahabe şaşırıyor ve diyor: “Yâ Resulallah, suyun tasarrufu için mi?” “Hayır,” diyor Peygamberimiz. “Nehir kenarında olsan bile organlarını üçer defa yıkayacaksın.”

Ben hadislerde gördüm, Ebu ed-Derdâ’dan gelen bir rivayet: “Birgün Peygamberimiz bir yere giderken nehre rastlamış. Oradan bir kap su getirmişler Peygamberimize. O da onunla abdest almış ve bir miktar su artmış. Biz olsak o suyu şöyle etrafa serpiveririz. Halbuki Peygamberimiz buyuruyor ki: ‘Gidin, bunu nehre boşaltın. Ola ki ileride bir canlının kursağına gıda olur.”

Bir de, fazla yesek, fazla konuşsak, zamanımızı boş yere geçirsek, israf yapmış oluruz. Bunlar da bizim geri gelmeyecek israflarımız. Veya bir kibrit çöpünün yakılması da israftır. Bunlar da mekruhtur. Günde beş defa abdest alırken suyun israf edilmemesiyle, tabiata karşı saygı dersi verilmiştir. İsrafın hayatın diğer alanlarında da ciddî bir mesele olduğu, abdest örneğiyle ders veriliyor.

Şimdi, “İsraf etmeyiniz” âyet-i kerimesinin açıklanmasına bakınız. Demek âyet-i kerimeyi okuduğumuz zaman bu âyetlerin hadis-i şeriflerde nasıl açıklandığına bakmamız lâzım. Hadis kültürümüz ne kadar geniş olursa Kur’ân-ı Kerimi o nisbette anlamış oluruz.

Ben sonuç itibarıyla şöyle bir şey söyleyebilir miyim? Kur’an-ı Kerimden bir ayet okuduğumuz zaman, bunun anlamını meallerden ve tefsirlerden öğrenmeye çalışacağız. Ancak bununla yetinmeyeceğiz, hadis kültürümüzü çoğaltacağız. Bol miktarda hadis öğrenerek bunlarla hayatımızı şekillendireceğiz. Bu şekilde Kur’ân’ı okuduğumuzda onun anlamını Efendimizden bizzat öğrenmiş gibi olacağız.

Kesinlikle. İşte bunu anlayan âlimlerimiz, meselâ Taberî, bir âyetle ilgili aklına ne kadar hadis gelmişse hepsini yazmıştır. Taberî tefsirinde çok hadis naklediyor diye bazıları tenkit bile etmiş. Kırk ciltlik tefsirinin büyük bir bölümü hadislerle doludur. Ama hadislere baktığımız zaman, âyetleri daha iyi anlıyoruz. Çünkü hadisin verdiği nur başka, kendi tefekkürümüzle çıkartacağımız mânâ başka.

Necip Fazıl Kısakürek'in Gençliğe Hitabesi

Bir gençlik,bir gençlik bir gençlik....

"Zaman bendedir ve mekan bana emanettir "şuurunda bir gençlik.....

Devlet ve milletin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk ikibuçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üçüncü asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını, Allah’ın, Kuran’ın da “belhümadal” dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, Türk’ü madde planında kurtardıktan sonra ruh planında helak edici tam dört devre bulunduğunu gören.. Bu devreleri yükseltici aşk, süründürücü satıhçılık, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi.. Beşinci devrenin önünde dimdik bekleyen bir gençlik..

Gökleri çökertecek ve yeni kurbağa diliyle bütün"dikey"leri "yatay"hale getirecek bir çığlık kopararak "mukaddes emaneti ne yaptınız?" diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik.
Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik..

Halka değil, hakka inanan, meclisinin duvarında “Hakimiyet Hakk’ındır" düsturuna hasret çeken, gerçek adaleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti HAKK’A kölelikte bilen bir gençlik....

Emekçiye "benim sana acıdığım ve yardımcı olduğum kadar sen kendine acıyamaz ve yardımcı olamazsın! Ama sende zulüm gördüğün iddiasıyla kendini kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın.." diyecek...

Kapitalistlere ise "ALLAH buyruğunu ve Resul ölçüsünü kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın.." diyecek, kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin aşkına, vecdine, diyalektine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir gençlik...

Bir buçuk asırdır yanıp kavrulan, bunca keşfine ve oyuncağına rağmen buhranını yenemeyen ve kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığını, Türk'ünde yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını çözecek ve her sistem ve mezhep, ortada ne kadar hastalık varsa tedavisinin ve ne kadar cennet hayali varsa hakikatinin İslam’da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslam alemine ve bütün insanlığa model teşkil edecek bir gençlik....

"Kim var?" diye seslenince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert "ben varım!" cevabını verici ve her ferdi "Benim olmadığım yerde kimse yoktur" duygusuna sahip bir dava ahlakını pırıldatıcı bir gençlik...

Can taşıma liyakatini canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nisbette strateji ve taktik sahibi bir gençlik...

Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifirikaranlıkta, ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin bir gençlik...
Bugün, komik üniversitesi, hokkabaz profösörü, yalancı ders kitabı, çıkartma kağıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, fuhuş albümü gazetesi, şaşkına dönmüş ailesi ve daha nesei ve nesi güya kendini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine, telkin ve temmiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, tek başına onlara karşı durabilecek ve çetinler çetini bu işin destanlık savaşını kazanabilecek bir gençlik...


Annesi, babası ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski mümin nesillerden hiçbirini beğenmeyecek onlara "siz güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka Müslümanlarsınız! Gerçek Müslüman olsaydınız, bu hallerden hiçbiri başınıza gelmezdi "diyecek ve gerçek Müslümanlığın “ne idüğü” ve "nasıl"ını gösterecek bir gençlik...

Tek cümleyle, Allah’ın, kainatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin alemleri manto gibi bürüyen eteğine tutunacak, O’ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak, barınak tanımayacak ve O’nun düşmanlarını ancak kubur farelerine denk muameleye tabi tutacak bir gençlik...
Bu gençliği karşımda görüyorum.. Maya tutması için 30 küsur yıldır, devrimbaz kodomanlarının viski çektiği kamıştan borularla kalemime ciğerimden kan çekerek yırtındığım, kıvrandığım ve zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür ALLAH’a hamd etme makamındayım .....
GENÇ ADAM !

Bundan böyle senden beklediğim, Manevi babanın tabutunu musalla taşına, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşınıda gediğine koymandır...


SURDA BİR GEDİK AÇTIK; MUKADDES Mİ MUKADDES....
EY KAHPE RÜZGAR, ARTIK NE YANDAN ESERSEN ES....


Necip Fazıl KISAKÜREK

İsim giymiş manalar / Risale-i Nur Külliyatı

ŞU VARLIK âleminin ilim ve hikmetle âdeta kaynaştığını hepimiz biliyor ve görüyoruz. Göz hakkında kütüphaneler dolusu kitap yazılmış olması gözdeki mânâ zenginliğinin en güzel bir ifadesi olduğu gibi, o kitaplar da sanki göze yerleştirilen ve onda kendini gösterin ilmin kitaplaşmış hâli gibidir.

Göz, kâinat kitabından sadece bir kelime yahut bir harf. Onun penceresinden âleme baktığımızda her şeyin bir lafz-ı mücessem yani cisim giymiş bir söz, mânâ dolu bir kelâm olduğunu daha rahat görebilir ve okuyabiliriz.

Nur Külliyatı’nda geçen mektûbât-ı Rabbaniye ve kelimat-ı kudret gibi ifadeler de aynı mânâ zenginliğini akıllara sunan rehber ifadelerdir.

Cisim denilince aklımıza hemen ruh gelir. Buna göre her bir sanat eserinin ifade ettiği mânâlar onun ruhu gibidir. Çok mânâlı ifadesi bizi bu yaklaşıma götürür. Öte yandan bu mânâların ne olduğu sorusunun cevabı ise cümlenin devamında ifadesini buluyor: Sâni-i Zülcelâl’in esmâsı. Yani, o eserde okunan İlâhî isimler.

Bu noktada bir başka hakikat dersini hatırlıyoruz:

“Her eser-i Samedanî, bir mektub gibi, bir Sâni’-i Zülcelal’in esmasını bildirir. Nakıştan mânâya geçsen, esma yoluyla Müsemmayı bulursun.” (Sözler)

Bir meyveyi düşünelim. Onda Hâlik, Musavvir, Müzeyyin, Rezzak, Kerim gibi nice isimleri okuyabiliriz. Bu isimler onda okunduğuna göre o meyve bir surettir bu isimler ise onun manaları gibidir. Sanki bu isimlerin tecellileri cisimleşmiş de o meyve vücut bulmuştur.

Her mahlûkun bir sureti bir de hakikati var. Suret, hakikatin cisimleşmiş, görünür hale gelmiş şeklidir. Yunus Emre,

“Ete kemiğe büründüm,

Yunus diye göründüm.”

mısralarıyla bize bu inceliği, ince bir üslupla ders veriyor.

•••

Mânâların cisim giymelerinin bazı küçük misallerini insanoğlu da Allah’ın izniyle yakalamış durumda. Bir teyp bandı, bir disket yahut bir CD içlerinde ne kadar mânâları taşıyorlar. Bir ömrün mahsûlü olan binlerce sayfalık eserleri ince bir levhaya yerleştirebiliyorsunuz. O küçük levhayı bilgisayar nedir bilmeyen birisine verseniz hiçbir şey anlamaz. Buna “Yirmi kitap kaydedilmiş.” deseniz aklına sığıştıramaz. Ama bir başkası, CD’yi bilgisayarına yerleştirir ve ondaki bütün manaları ekranda, bir bakıma, seyreder.

Bu kâinat ve içindeki her varlık, kitaplar dolusu ilim ve hikmet yüklü.

Bu varlık âlemini donuk bakışlarla seyreden ve onlardaki engin manalardan uzak yaşayan insanlar için İlâhî bir irşat hareketi başlatılmış.

Bu hareketin ilk temsilcisi Hz. Adem (as.)

İnsanların kalpleri iman ile ışıklanmadıkça bu kâinat kitabını okumaları mümkün değil. Okuma cihazı, fertlerin kalplerine ve dimağlarına yerleştirilecek.

Hidayet nuru Allah’ın hazinesinde. Biz, insanları o nura çağırmakla görevliyiz. Bundan ötesine gücümüz yetmez.

O nura kavuşanlar, şu sessiz zannedilen varlık âleminin, “Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tespih etmesin.” (İsrâ Sûresi, 44) ayetiyle haber verilen tespihlerini, zikirlerini, tekbirlerini işitmeye başlarlar.

İnsanlık âlemine yapılacak en büyük hizmet budur. Böyle olmasaydı insanların en büyükleri, ömürlerinin tamamını bu yola fedâ ederler miydi?

Ölüm son değildir! / Selim Gündüzalp

Her mevsim yaşanan hadiseler gösteriyor ki, ölüm yeni bir hayatın başlangıcıdır ve o hayata ulaşabilmek için geçirilmesi gereken bir arınma hareketidir. Diğer bir ifadeyle ağırlıklardan kurtulma faaliyetidir. Sonbaharda çürüyen, kuruyan ve kendisinde hayattan eser kalmayan kökler, dallar ve tohumlar, ilkbaharın o her yerden hayat fışkıran bayramına hazırlanır ve vakti geldiğinde yeni bir hayata kavuşurlar.

İşte birgün bizler de, o tohumlar gibi toprağa düşeceğiz. Her ne kadar bir müddet için toprağa karışsak bile, bizim de ebedî bir baharımız vardır ve gelecektir.

Evet, doğumla bu âleme kavuşulduğu gibi, ölümle de bir başka âleme kavuşulacaktır. Ve tohum, toprakta çürümesine rağmen oradan nasıl bir başka hayata kavuşup, gökyüzüne doğru dal budak salıyorsa, insanın cesedi de ölümle çürüyecek, fakat ölümsüz ruhuyla ebedî bir âlemde hayat bulacaktır. Yer altındaki tohum, nasıl yer üstündeki ağaç hâlini ve güneşli dünyayı idrak edemez, onu önceden düşünemez ve bilemezse, biz de bu kayıtlı ve sınırlı hâlimizle, ebedî hayatı ölümden önce anlayamayız.

İnsan için ölüm, ipek böceğinin koza içindeki krizalit dönemi gibidir. İpek böceğine, kabir gibi daracık kozasından çıktıktan sonra kelebek olacağı ve kendisine birer kanat ihsan edileceği bildirilse, böcek ona inanmakta zorluk çekecektir. İşte insan da, ebedî âlemdeki hayatını anlamak noktasında o ipek böceği kadar âcizdir. Çünkü bütün duyguları, bu dünya ölçülerine göre çalışmaktadır. Ancak içinden gelen bir ses, ona ebedî âlemlerin var olduğunu haykırır durur.

İlim adamları tarafından da doğrulanan ve bütün insanların yaradılışında var olan bu sonsuzluk arzusu, bize ebedî âlemlerin varlığını bildiren en kuvvetli bir ?psikolojik? delil olarak kabul edilmektedir. Tıpkı açlık ve susuzluk gibi... İnsanın susaması, suya işaret eder ve onun varlığını gösterir. Bu, su ile insan arasındaki özel ve içten bir alâkadır. İnsanın âhiret âleminin varlığını iç dünyasında sezmesi âhiretin varlığına en büyük delildir. Veya en azından böyle bir âlemin olmasını ve yaratılmasını gerektirir.

En küçük bir canlıyı, bir karıncayı dahi mükemmel bir şekilde besleyen ve istediğini veren Rabbimiz, bize de bütün duygularımızla istettiği âhireti, elbette verecektir. Zaten âhireti vermek istemeseydi, onu istemek duygusunu da biz insanlara vermezdi. Bütün insanlığı tesiri altına alan ve kuşatan bu gerçeğin, boş ve kuru bir iddia olmadığı açıktır. Bu arzuyu insanın kalbine koyan kim ise, onu verecek olan da ondan başkası olmayacaktır elbette.

Zafer Dergisi

Bildiğimiz ve Bilmediğimiz Biz / Ümit Şimşek

Ufuk üstünde bir hüzme belirir önce. Bulutlara bir pembelik yansır aşağılardan. Göğün bir ucu koyu lâcivert iken, diğer ucunda, açık mavi fon üzerinde renkler oynaşır. Bulutlar gelir, geçer. Şekiller her an değişir, renkler her an yenilenir. Ardından, gözleri kör edercesine parlak bir altın sarısı, önce bir nokta halinde belirir. Sonra an be an büyür altın sarısı. Yükseldikçe bakılmaz hal alır.

Bir güneş doğar süzülerek dünya üstüne. Çiçekler açmış, o yana dönmüştür. Kuşlar cıvıl cıvıl onu karşılamaktadır. Yerde can taşıyan ne varsa, gökte süzülenle mutlaka bir alâkası vardır. Hepsi için bir yönden bir müjde taşır güneşin doğuşu. Fakat onlardan herbiri, güneşi kendi aynasında görür. Bir sıcaklık, bir aydınlıktır, o kadar. Bir kuş gözü için, gün doğumunda renklerin bulutlarla oynaşması fazla anlam taşımaz.

İnsan için ise, hadise bunun çok ötesindedir. Tanpınar, “Gümüş leylâkları, kızıl gülleri / Altında sabahın, ufuk çöküyor / Bir geniş çizgiden şafak söküyor / Ve yükselen güneş ince bir duman / Mahmur gözlerini kırpıştırarak / Sende güzelliği selâmlıyor, bak” mısralarıyla tasvir eder gördüklerini. Fakat bu da sabah üstüne yazılmış binlerce şiirden sadece bir şiirdir. Uyanık gözlerle bir fecri seyredenin içinde bir şair uyanıverir. Kimi kelimelere döker gördüklerini. Her kalemden ayrı bir sabah doğar. Her yazılan, okuyanlardan herbirinin hayalinde ayrı bir şekilde canlanır. Seyredenler, yazanlar ve okuyanlar sayısınca farklı sabahlara dönüşür tek bir sabah.

İşin laboratuar boyutunda bu kadar ihtilâfa yer yoktur: 150 milyon kilometre uzaktaki bir yıldızdan gezegenimize ulaşan radyasyonun 400-750 nanometre arasındaki dalgaboylarına isabet eden kısmı, görünen ışık şeklinde gözümüzün alıcı hücreleri tarafından beyne ulaştırılmakta, sodyum ve potasyum iyonlarının yer değiştirmesiyle ortaya çıkan sinaptik reaksiyonlar, bize güneşin doğuşunu haber vermektedir. Şehir şebekesinde suyun dolaşması, bir motorun çalışması, bir damperlinin yokuş tırmanması gibi teknik bir hadise. Üzerine ne şiir yazılır, ne beste yapılır; öylesine objektif, renksiz, soğuk ve donuk birşey...

İnsana haz ve heyecan veren hangi hadiseyi fiziksel boyutta ele alsanız, sonunda varacağınız yer, böyle bir değersizliktir. Yemek, içmek, kavuşmak, ayrılmak, bakmak, seyretmek, dinlemek, koklamak, yorulmak, dinlenmek, uyumak, dokunmak, oynamak, yürümek, yüzmek gibi, fiziksel özelliği galip durumda bulunan faaliyetleri dahi anlam ve duygu derinliğinden soyutlayarak yaşamaya kalktığınızda, bunların—kelimenin tam anlamıyla—yaşanmaz hale geldiğini görürsünüz. İsterseniz, hayatınızdan sadece “içme” fiilini kaldırın: Kana kana su içmek, bir dost sohbetinde bir demli çay yudumlamak, bir akşam üstü yorgunluk kahvesi höpürdetmek, yaz sıcağında buz gibi bir şerbet içmek gibi akla gelebilecek ne kadar haz verici fiil varsa, bunları çıkarın dünyanızdan; onun yerine bir serumla sıvı ihtiyacınızı gidermeye çalışın. Bütün bunlar, fiziksel olarak hiçbir değişikliğe yol açmaz; hayatınız yine sürüp gider. Nihayet böyle bir değişikliği arabanıza uyguladığınızda, fark eden hiçbir şey olmayacaktır. Deposuna benzin doldurduğunuz hortumu isterseniz bir gelin çeyizi gibi işleyin; karşılığında arabanızdan ne bir teşekkür alırsınız, ne de onda bir haz belirtisi gözlersiniz. Canlı olmanın, canlılar arasında da insan olmanın, fiziksel boyuttan çok ötede birtakım boyutları daha vardır. Herşeyi madde ile ve maddenin evrimiyle açıklamak iddiasında olanlar her ne kadar bu boyutlarda olup bitenleri hormonlarla açıklamaya kalksalar da bunda pek başarılı olamadıklarının farkındadırlar. Her sabah doğan güneşi seyreden herbir çift insan gözünün arkasında sinir hücrelerinden farklı birşeylerin yer aldığını kim inkâr edebilir?

Kulakların âlemden toplayıp getirdiği seslerin değerlendirilmesi de, fiziksel boyutta ele alındığı takdirde, tıpkı görme fiilinde olduğu gibi, karşımıza bir dizi sinaptik reaksiyon çıkarır. Silâh sesiyle bülbül sesi arasında, trafik uğultusuyla akarsu şırıltısı arasında, hattâ deprem dalgalarından P dalgalarıyla bir musikî eseri arasında bu anlamda hiçbir fark yoktur. Bunların hepsi de belli fiziksel özelliklere sahip ses dalgalarıdır ve bunların işitme organı tarafından toplanması da, beyne aktarılması da, orada değerlendirilmesi de mahiyet itibarıyla tamamen aynı fiziksel olaylardan başka birşey değildir.

Kokladığımız, tattığımız, dokunduğumuz şeyler de, duyu organlarımızın gerisindeki âlemlere birer pencere açar. Oradan bakar, oradan tadar, oradan koklar, oradan seyreder, oradan dinleriz. Bilgi ediniriz çevremizden; bunlar da yine aynı fiziksel reaksiyonlarla, sinir hücrelerimizin verdiği evet-hayır cevapları şeklinde depolanır beynimizin bir köşesinde. Fakat biz bu bilgilerde hayret buluruz, hikmet buluruz, adalet buluruz, sevgi buluruz, nefret buluruz. Bunlar ve daha niceleri, binlerce duyguya yol açar dünyamızda. Şaşarız, seviniriz, hayranlık duyarız, üzülürüz, coşarız. Ne bu bilgiler, ne de yol açtıkları, fiziksel olaylar arasında tanımlanabilecek cinsten şeyler değildir.

Bütün bunlar yetmiyormuşçasına, bir de kalb, vicdan, zihin, zekâ, akıl, ruh, hayal gibi düzinelerce kavram, kendi benliğimizin bir parçası olarak karşımıza çıkar. Bu isimler anıldığında neyin kastedildiğini anlarız, ama onların ne olduğunu bilmeyiz, bir tarif de getiremeyiz. İşte bu âşinâlık içindeki bilinmezlik, pek çoklarını inkâra götüren şeyin tâ kendisidir. Fakat inkâr eden dahi, inkârını dile getirirken, yine benliğinin bu esrarengiz yönlerine başvurmaktan başka çare bulamıyor!

Ne var ki, kimsenin inkârı, varlığımızın esrarengiz yönlerini basitleştirmiyor ve bunlara bir açıklama getirmiyor. İdrak edelim veya etmeyelim, bu kâinat ve biz, fiziksel özelliklerimizden başka pek çok şeye daha sahibiz. Nitekim bu sayede oturup bu konuları tartışabiliyoruz.

Ölüm Gerçeği / Selim Gündüzalp

İnsanoğlu binlerce yıldan beri ölümü yok edemedi. Onu öldüremedi. Her gün, dünyaya veda eden binlerce kişinin şahitliği bize bu ölümsüz gerçeği hatırlatıyor.

Çok azımızın özlediği, çoğumuzca istenmeyen ölümden hiçbirimiz kaçamıyor. En kudretli devlet başkanları, en yiğit savaşçılar bile onun karşısında boyun eğdiler. En bilgiç doktorlar kendilerini kurtaramadılar. Ne ilkçağın ölümsüzlük şurupları, ne de günümüzün en modern tıp teknikleri hayatın bu amansız takipçisiyle baş edemiyor. Bütün insanlara eşit davranan ölüm; mevkî, meslek, servet, şöhret, ırk, din, yaş ve cinsiyet farkı gözetmeden bütün kapıları çalmaya devam ediyor.

Hayat, ölüm olmadan sürüp gitse ne olurdu, bilinmez. Ama, bugünkünden kat kat kalabalık bir dünyada ve yedi nesil öncesiyle beraber yaşamak zorunda kalacağımız düşünülürse, en değişmez gerçeğe olan düşmanca bakışımızı bir ölçüde yumuşatmak gerekiyor. Ölümün de bir nimet olduğunu anlıyoruz. Gerçekten öyle. Eflâtun ona "nimetlerin en büyüğü" derken, hiç de haksız olmayan bir hükmü dile getiriyor olmalı.

Aslında ölümü kendimize biz düşman yapıyoruz. Zamana ve mekâna sığmayan arzularımızı, duygu ve düşüncelerimizi kırk-elli yıllık dar bir şeride sığdırma gayretimiz, bizim için ölümü tatsız kılıyor. Sonsuzluğu isteyen akıl ve kalbimizi, birgün işlemez olacak vücudumuzun emrine verdiğimiz; kabirden öteye geçemeyecek sevdaların, ancak kabre kadar sürecek dostlukların ağına kendimizi hapsettiğimiz an, iç dünyamızda bir bocalamadır başlıyor. Herşeye endişeyle baktıran, hayatın tadını kaçıran bir bocalama.

Ebediyet arzusu; yaratılış toprağımıza ekilen en kudretli tohum bu olsa gerek. Gelip geçici şeyler bize huzur vermiyor. Her ayrılık bizi acıya boğuyor. Asırlardır ebedî bir hayatın formülünü arıyoruz.

Antropoloji, arkeoloji gibi disiplinlerle desteklenen insanlık tarihi, insandaki ebediyet arzusunu açıkça ortaya koyuyor. Tarihçi ve sosyal ilimci Richard Cavendish, insanların eskiden beri bazı tabiî olaylardan hareket ederek âhiretin varlığına dair bazı işaretler çıkardıklarını anlatıyor. Kışla bahar, med ve cezir, geceyle gündüz, güneşin batışı ve yeniden doğuşu, ayın büyüyüp küçülmesi, ipekböceğinin kelebeğe dönüşmesi, çağlar boyu insanlığa öldükten sonrasının da var olduğunu ihtar ederek, ebediyet arzusunu tatmin edegeldi. İlkçağda Mısırlılar güneşi, Yunanlılar da kelebeği âhiretin sembolü olarak kullanıyorlardı. Aztekler de âhiret hayatını sembolize etmek için güneşi kullandılar. Hindular ise, solan çiçekleri dirilişin sembolü olarak görüyorlar. Ölüm sonrasına dair araştırmalarıyla tanınan Elizabeth Kübler-Ross, ölmesi kesin hastaların ekseriyetle kelebeği kendileri için yeni bir hayatın müjdecisi olarak gördüklerini belirtiyorlar.

İnsan ruhu sonsuzluğa meftun olduğu içindir ki, bütün semavî dinler ebedî bir hayat müjdesiyle, ölümün dehşet veren yüzünü aydınlığa çeviriyorlar. Ölümden 190 yerde söz edilen Kur'ân-ı Kerim'de, bütün âyetlerin üçte biri öldükten sonra dirilmeyle ilgili.

Bediüzzaman?ın çocukluğunda kendi nefsine dediği bir imtihanı, biz de şahsımız için uygulayalım. Bediüzzaman kendi hayaline, saltanatlı bir milyon sene dünya hayatı ile zahmet içindeki ebedî bir hayattan hangisini tercih edeceğini sorduğunda, "Zahmetler içinde de olsa, bâki bir hayat isterim" cevabını alıyor. Onun buradan hareketle çıkardığı hüküm şöyle:

"Demek en büyük fâni, en küçük bir âlet ve cihazat-ı insaniyeyi doyuramıyor. İşte bu istidattandır ki (kabiliyet) insanın ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihata etmiş efkârı ve ebedî saadetlerin envaına yayılmış arzuları gösterir ki, bu insan ebed için halk edilmiş (yaratılmış) ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhânedir ve âhiretine bir intizar (bekleme) salonudur."

Eski Yunan ve Roma felsefesiyle beslenerek boyutları belirmeye başlayan maddeci anlayış, ölümün yorumunu da değiştirdi. Her düşünceye, her hükme şüpheyle bakan ve gözün görmediğine inanmayan bir yaklaşımla, ebedî bir hayatın varlığı da inkâr edilir oldu. Nitekim zamanla bir din hüviyetine bürünen ve görülenden ötesini reddeden pozitivizmin kurucusu Auguste Comte, "Ruhu ve ebediyeti aramak, insanlığın tekâmülü içindeki çocuksu bir merhalenin ürünüdür" diyordu. Âhiret inancı "isbat edilmediği için" inkâr edilince, yerini ölümün bir son ve hiçliğe açılan bir kapı olduğu "inancına" bıraktı. Diğer yandan, kapitalizmi besleyen Protestan ahlâkını benimseyen insanlar da, öbür dünyadaki mevkiin, bu dünyada ne yolla olursa olsun en üst seviyeye ulaşmaya bağlı olduğuna inanıyorlardı.

Batıda bilhassa son iki asırda ortaya çıkan ve daha ziyade bir kargaşa şeklinde göze çarpan fikrî ve sosyal hareketliliğin ebedî hayatın inkârından kaynaklandığını söylemek fazla zor olmamalı. Ölümün bir yok oluş olarak kabulüyle insanın mutlaka öleceği gerçeğinin yol açtığı çelişki, Batı insanını -ve Batı düşüncesini benimseyen dünya insanlarını- birtakım yollara sevketti. Bir kere, intihara yeni bir kapı açıldı. İnkârcı düşünceler içinde bocalamaktan, kurtuluşu intiharda bulan insanlar görüldü. Eski Yunandaki sofestai düşünce "nihilizm" kılığına bürünerek yeniden ortaya çıktı. İnsanın zaten yok olduğunu, yok olan birşeyin bir daha yok olamayacağını telkin ederek, âdeta ölümün verdiği ıstırabı, dehşeti hafifletmek istiyordu.

19. Asır şiirlerinde sonsuzluk iştiyakının yanında, ölüm korkusu sık sık konu edilir. Yok olma acısının olmadığı huzurlu bir ölüm arzusu dile gelir. Fakat, korkusunu kendine bile itiraf edemeyen pekçok insan, hayalî oyuncaklar formülünü bulmuştur. Servetlere servetler eklenir. Huzur, istatistik rakamlarındaki büyüme alâmetlerinde aranırken yeni yeni oyuncaklar piyasaya sürülür. Radyo, sinema, otomobil, televizyon, bilgisayar oyuncaklarıyla eğlenir, gezer. Gününü gün eder, gündelik yaşar. Alkol ve uyuşturucu gibi "unutma" âletleriyle ne dünü, ne yarını hatırlamamaya çalışır. Bazı insanlar ise, geride bıraktıkları eserlerle yok olmaktan kurtulmuş olacağı ümitleriyle tesellî bulur.

Bediüzzaman, Batı felsefesinin temellerini ve tezahürlerini eşsiz bir vukufiyetle incelediği "Beşinci Nota"sında, Batının o günkü hâlini, yine ona seslenerek şöyle tasvir eder:

"Senin karanlıklı dehan nev-i beşerin gündüzünü geceye kalbetmiş (çevirmiş). Yalnız o sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceyi ısındırmak için yalancı, muvakkat lâmbalarla tenvir ettin. O lâmbalar sûrur ile (sevinçle) beşerin yüzüne tebessüm etmiyorlar. Belki beşerin ağlanacak acı hâllerinden eblehâne (ahmakçasına) gülüp eğleniyor. Herbir zîhayat (canlı) senin şakirdlerin nazarında zalimlerin hücumuna maruz, miskin birer musibetzededirler. Dünya bir matemhâne-i umumiyedir (bir umumî matem yeridir). Dünyadaki sadâlar ölümlerden, elemlerden gelen vaveylâlardır."

Fakat asrımızın ilk yarısında yaşanan iki dehşetli savaş, insanlığa unuttuğu bazı şeyleri hatırlattı. Dünya hayatının gelip geçtiğini, medeniyet fantazilerinin kalıcı olmadığını gösterdi. Ebediyet arzusunu yeniden uyandırdı. Fânî mahbublara gönül bağlamayan fıtrî ?aşk-ı insanî? yi kış uykusundan kaldırdı. Artık yavaş yavaş bu uyanışın tezahürlerini görmeye başlıyoruz. İstatistikler, Batı ülkelerinde âhirete inananların günden güne arttığını gösteriyor. Life After Life gibi, ölümden sonrasıyla ilgili kitaplar ?en çok satanlar? listesinde yer alıyor. Milyonlarca insan, ruhun bedenden ayrı yaşayabileceğini telkin eden deneylere girişiyor. Bir LSD araştırması, uyuşturucu kullananların bir kısmının da, benzeri bir maksat güttüğünü açığa çıkardı. Ayrıca tıpta sağlanan ve hayatta kalma müddetini uzatmaya yönelik gelişmeler, vücut sağlığını korumayı hedefleyen çeşitli metodların gördüğü rağbet, ebedî hayat arzusunun yaşadığımız dünya dışına çıkamayan tezahürleri olarak nazara çarpıyor.

Büyük mütefekkir Muhammed İkbâl'in yıllar önce söylediği gibi, yıkılan dünyanın küllerinden yeni bir âdem ve yeni bir âlem çıkmaya hazırlanıyor. Son birkaç asırda dünya imtihanında felsefesinin sözlerine kulak veren insanlık, görmediğini inkârın kendi yaratılışıyla çelişmesi sonunda yaşadığı kaosu aşmak için ilâhî vahye yöneliyor. Hayatı yeniden keşfediyor. Ölümün, yaratılışın gerek ve gerekçelerini hatırlattığı ama dehşet vermediği huzurlu bir hayatın eşiğine adım atıyor.

Perspektifi dünya genelinden alıp, bir de kendimize çevirelim. İmtihan sırrı, hepimizi bir tercihle karşı karşıya bırakıyor. Âhireti kabul veya reddetmek elimizde. Ölümü bütün dostlarımızdan, sevdiklerimizden, herşeyimizden bizi ayıran bir darağacı veya gelmiş geçmiş bütün dostlarımızla yaşayacağımız bir hayata açılan kapı hükmüne getirmek bize bağlı.

Âhiretin varlığını öldükten sonra anlamak, insanoğlunun ne dünya huzurunu, ne de ebedî hayatın kurtuluşunu netice vermeyecek. Bizi bekleyen sonsuz hayat için açılan imtihanı başarmak, ömrümüzü hesap gününün sahibinin emrettiği istikamette geçirmemizi gerektiriyor. İşte o zaman ölüm bir darağacı, bir ebedî ayrılış, hiçliğe, yokluğa çürümeye, unutulmaya, kopkoyu bir karanlığa açılan kapı hüviyetinden çıkıp, ölümün olmadığı, gelmiş ve gelecek bütün sevdiklerimizin toplandığı, Allah'ın emirlerine uymuş olmanın mükâfatının verildiği âleme geçmek için bir basamak haline gelecek. Ancak bu sayede ölüm, hayatımıza bir mânâ, huzur ve mutluluk katacak.

Yoksa şu perişan dünyada başıboş insanlar arasında, meyvesiz bir hayatta, sahipsiz, koruyucusuz bir şekilde bütün dünyaya sultan olsak kaç para eder? Bütün dünya saltanatı bize verilse, hergün dünyaya veda eden yüz binlerce şahidin bize verdiği "yok oluş" endişesinden gelen elem ve acıyı kaldırabilir mi? Elbette kaldıramaz. İşte bundan sonraki sayfalarda yer alan yazılar bu arayışın ve seslenişin bir ifadesidir.


Zafer Dergisi